Artam - Erol Eskici

Artam Global Art & Design Sayı 53 - Yaz Özel 2019 

Öncelikle Aralık ayındaki serginizin başlığı Stratigraf’ın ne olduğunu ve bunun serginize Yansımalarını sizden dinlemek isteriz?

Stratigrafi, en kısa tanımıyla tabakabilim ya da katmanbilim olarak bilinir. Bu bilim dalı sedimanter kaya tabakaları ve katmanlarını inceleyen bir bilim dalıdır. Sedimanter kayalar ise katmanları oluşturan tortul kayalara verilen isimdir. Gerek serginin parçalarından birinde var olan bir jeolog figürünü tanımlaması açısından gerekse bu alanı araştıran kişi olarak kendimle bir analoji kurmak gayesiyle o ismi türetmek istedim. Bunları yaparken bu jeoloji disiplininin ortaya koyduğu doğal verilere, ilkelere ve prensiplere olabildiğince bağlı kalacak bir sistematik içinde üretim yapmaya özen gösterdim. Sergiden sonraki ilk hedefiniz sorulduğunda bir kitap yapmak istediğinizi söylemişsiniz.

Yapabildiniz mi? Ya da hangi aşamasında ve nasıl bir kitap olmasını planlıyorsunuz?

Evet, bir kitap yapmak istiyordum uzunca bir süredir. Aslında Nostomania adlı sergim sırasında, 2015 yılında, o serginin kitabını tasarlamış fakat maddi şartların yetersizliği nedeniyle sonuç çok da istediğim gibi olmamıştı. Şu anda da düşündüğüm kitap kafamda yavaş yavaş şekilleniyor halen.

Siz, Hakkâri doğumlusunuz. Hakkâri’den resim dünyasına, sergilere, İstanbul ve yurtdışına uzanan o yol nasıldı? Bu yolda nelere karşı mücadele verdiniz?

Çocukluğumun bir kısmı ve ergenliğimin bir bölümü nöbetleşe şekilde Hakkari’de geçti. Dönemin politik atmosferi her zaman olduğu gibi bir hayli tatsızdı. Tuhaf şekilde 90’lı yılların pop kültürü ve bir tür şen şakraklık ile son derece karanlık şeylerin aynı anda olup bittiği tuhaf zamanlarda-mekânlardaydık. Babam amatör düzeyde resim yapardı ve bir okulda yöneticiydi. Bu sebeple evimizde sürekli resim öğretmenleri de olurdu. Sanırım bir şekilde bu habitat ve yaşadıklarım sayesinde sanatçı olmamak gibi bir seçeneğim zaten hiç olmamıştı.

Ailem 90’lı yılların ortasında Hakkâri’den Orta Anadolu’da bir kasabaya sürgün edilmişti. Bir yarımız oraya giderken diğer yarımız da geride kaldık. Birkaç yıl sonra da oradan Mersin’e taşındık. Ben daha sonra Adana’da güzel sanatlar lisesi sınavına girdim ve kazanıp orada yatılı okudum. Ardından İstanbul’a Mimar Sinan Üniversitesi’ne geldim. Her yer değiştirmede ülkenin bir ikliminden başka bir iklimine, bir atmosferden bambaşka bir atmosfere geçiş yapıyordum. Bir gerçeklikten başka bir gerçekliğe... Bir yerde kural kaide olan şey, bir diğer yerde son derece gereksiz hatta komik kaçabiliyordu. Her seferinde edindiğiniz çevreden ve arkadaşlardan kopuyor yeni bir yerde bambaşka arkadaşlar ediniyordunuz. İstanbul’da okuldayken hem Galerist’te çalışıyordum hem de ara sıra Ömer Uluç’a asistanlık yapıyordum. Bu sebeple de bir sürü sanatçı arkadaşım oldu bu süre içinde. Resim dünyasından kastınız buysa eğer, onunla bu şekilde karşılaştım. Daha sonra okulda henüz öğrenciyken Hakan ve Banu Çarmıklı ile tanıştım. Birlikte ilk sergilerimi yaptık. Bana çok destek oldular.

Sizin eski belge, arşiv karıştırma merakınız da biliniyor. Şöyle kabaca bir hafıza turuna çıkarsak, neler buldunuz o eski hatta geri dönüşümün eşiğinde duran belgeler içinden? Sizin için en ilginç, unutulmaz olanı neydi mesela?

Faktografik sanat yapan sanatçı arkadaşlarımıza haksızlık olmasın, ben daha gevşek bir uğraş olarak dijital arşivleri inceliyorum. Ben hafif meraklarım eşliğinde üstünkörü tarıyorum buraları. Bir hissiyat olarak her zaman gerek söylemlerin, gerek görsel sanatlarda ya da sinemada bir mihenk taşı, bir sıfır noktası ya da zamanın ötesinde olduğunu düşündüğümüz şeylerin pek çoğunun aslında tam da içinde ortaya çıktıkları zamana ait olduklarını, hatta onlardan önce de bütün bunların nüvelerinin olduğunu fark etmişimdir.

Bir dönem 1800’lü yılların sonu 1900’lü yılların başlarına ait medikal kitaplara bakarken o dönemki göz cerrahisine ait illüstrasyonlarla karşılaşınca şoke oldum. Bire bir Bunuel’in göz kesme sahnelerinin aynısıydı bunlar. Sayıca o kadar fazlaydı ki, bunların toplumsal bilinç dışına, optik bilinç dışında girmemiş olması mümkün değil. Aynısını birçok başka şey için söyleyebilirim. Örneğin daha eskiye gidelim; Hieronymus Bosch’un hep zamanının ilerisinde ya da daha yakın bir terimle “dışında” olduğu söylenegelir. Oysa ki tam da zamanının bir insanı ve ressamıdır. Onun yaptıklarının çoğu, kendi döneminde, şimdiki terimlerle söylersek “popüler olan” temalar, imgelerdi. Hatta bu imgeler, görseller; o dönemde tekrar ortaya çıkmış şeylerdi. Yani o dönemden de öncesine aitti. Zaten bu nedenle ona “Gryllos Ressamı” derlerdi. Söylemek istediğim şey, her kavram bir başka kavramın yerine temellük eder, ikame edilir.

Eserlerinizi ortaya çıkarırken bir araştırma, planlama dönemi geçiriyor musunuz, yoksa kendinizi bir anda herhangi bir fikir çerçevesinde çalışmaya başlamış mı buluyorsunuz?

En iyi çalışma prensibi, önce çalışmaktır. Bundan kastım sadece eser ortaya çıkarmak değil tabi. Araştırma, eylem, gözlem de buna dâhildir. Boksu konu alan bir filmde bir koç, boksöre şöyle diyor
“Kazanman için tanrıya dua edeceğim fakat bunun için önce yumruk atman gerekiyor!” Bazı fikirler bir anda gelirken bazılarının küçük bir tohum gibi aylarca hatta yıllarca ortaya çıkma aşamalarına tanık oldum. Tabi bu meseleyi sadece gelen fikirler, giden fikirler düzeyine indirgemiyorum. Tarzlar, yaklaşım biçimleri de tek başına önemlidir.
Bazen çok sistematik bir çalışma düzenine girerken bazen de çok daha doğaçlama ve sürprizlere açık bir üretim süreci yaşıyorum.

Sanatın ve sanatçının toplumdaki yeri nedir / ne olmalıdır size göre?

Haklılık payı olsa da bu konudaki klişeleri tekrarlamamak adına özel bir yeri olmadığını söyleyeceğim. Fakat ben toplumu nasıl tek bir entite olarak düşünemiyorsam sanatçıyı da öyle düşünemiyorum. Bu, bazen gerilimli bir ilişkidir. Nihayetinde Van Gogh’u kasabadan atmak için imza toplayan, ardından onu öldürüp bir asır sonra da bu kasabayı bir tür Van Gogh turizmi merkezine dönüştüren ve bununla geçinen ve övünen toplumdan bahsediyoruz. Bu toplumun Spinoza’yı da taşladığını unutmayın. Sanatçıların da toplumdaki çeşitli sınıflardan gelen, birbirine benzemeyen iktisadi şartlar içinde olduğunu unutmamak lazım elbette. Sanatçı ne topluma yol gösterir, ne toplumun ışığıdır, ne toplumu rahatsız etmek ister, ne de sadece provoke eder. Ben bunların hepsinin aynı anda hem gerçekleşiyor hem de gerçekleşmiyor olduğunu düşünüyorum. Kimi sanatçı kayıt tutucudur, kimisi provoke edici, kimisi sadece semptomudur bütün bunların... Sanatçı, kısmen de edebiyatçı; ayırt etmeye çalışırsak şayet, boş vakti olan kişilerdir. İşte o “boşluk” sanatçının mekânıdır.
June 1, 2019