Minimal ve melankolik füzen çizimleriyle tanıdığımız Yunus Emre Erdoğan, yeni sezonda Sanatorium’da açtığı Şeylerin Ufku isimli sergisinde resimlerinin yanı sıra üç boyutlu objelere de yer veriyor.
Şimdiye dek hep çizimlerini gördük ancak bu sergide çizimin yanı sıra objeler de var. Önce bunun hakkında konuşalım istersen. İki boyutlu temsile üç boyutlu nesneleri de ekleme ihtiyacı/isteği nasıl gelişti?Sergide füzen resimlerle hazır nesneler arasında nasıl bir bağ kurmaya çalıştın?
Temsil seçimi konusunda iki boyutlu ya da üç boyutlu diye ayrımlarım olduğunu söyleyemem. Nesnelerin sergide yer alması biraz da resim yüzeyindekinden farklı bir derinlik ihtiyacından doğdu. Resmin -ister istemezyüzeyde gerçekleşmesi bazı meselelerin imasında bulunmada güçlü bir araç oluyor. Kompozisyona neyin dahil olduğuyla birlikte neyin dışarıda bırakıldığını da düşünürsek, resmin ima ve işaret ettikleri daha da görünür olmaya başlıyor. Serginin tamamını da bir kompozisyon olarak düşündüğümde izleyiciyi hem içeri alan hem de dışarıda bırakan bir çelişkiyi oluşturmaya çalıştım. İzleyicinin dışında bulunan imgelerle içinde olduğu mekânı birbirine yaklaştırmak istedim. Bu bağlamda, Şeylerin Ufku temsil ve asılları arasında bir berzah âlemi gibi düşünülebilir. İşlerin birbirlerine ve izleyiciye olan yakınlık-uzaklıkları ve ruhsal mesafeleri gibi elle tutulur olmayan hissiyat üzerine düşünüyorum.
Daha önceki işlerine bakarken daha ziyade yalnızlık, melankoli, karamsarlık gibi duyguları düşünürken, bu işlerinde sanki duygudan ziyade deneysellik ön planda gibi geldi bana. Sanki belirli bir duygu durumu oluşturmaktan ziyade belirli bir cümle kurmaya çalışıyorsun diye düşündüm. Buna ne dersin?
Bu kastettiğin duygulardan uzaklaşmış sayılmam. Fakat deneysellik konusunda da haklısın. Bakış açıma sürekli farklılıklar ekleniyor. Bu sergi için kastettiğin cümleyi belki Paul Auster'den alıntılayarak şöyle özetleyebilirim: "Şeyleri görünmez kılan bir bakış." Bu söz New York Üçlemesi'ne ait Hayaletler kitabında geçiyor. Orada dikizleyen karakterin (Mavi) dikizlenen karakter (Siyah) tarafından fark edildiği endişesi üzerine söyleniyor. Burada tarif edilen bakış görmeden çok düşünme anlamına gelen boş bir bakış. Hikâyeyi benim yorumlayışım dikizleyenle dikizlenenin, bakanla bakılanın bir olduğu üzerine. Sıkça söz ettiğim, bir şeyleri seyrederken gözün boşluğa dalıp gitmesi refleksi bu hikâyede de karşıma çıkmıştı. Bu bakış baktığımız şeyleri görünmez kılıp düşüncelerimizi, hayallerimizi görünür kılmaya başlıyor. Nesneler ve mekânlar, hayallere ve düşüncelere açılan pencerelere dönüşüyor. Metal bir kâse, kum saati gibi karşınızda eriyor.
İşlerin her ne kadar çok öznel ve arkasında belirli bir hikâye aramayı gerektirmeyecek gibi görünse de, karma sergilere katıldığın birkaç parçalık serilerinde dahi kafanda bir hikâye olduğunu biliyorum. Örneğin geçen sezon Plato Sanat'taki Tatlı Küçük Yalanlar sergisinde gösterilen Kozmik Oda serisinde aya giden bir insana dair bir hikâye kurgusu var, ya da Sanatorium'daki Umutsuz Boşluk sergisindeki işlerinde de belgesel fotoğrafla çizimler arasında öyküsel bir bağ kurulabiliyordu. Bu sergideki işlerin de birbirileriyle bağlantılı bu tür bir hikâyesi var mı zihninde?
Bu hikâyeler genel olarak benim için yolculuk anlamına geliyor. Bu yolculuğun şekli ve biçimi sürekli değişse de bir yere varmaya çalışmak anlam olarak hep orada duruyor. Bu hareket istekli ya da isteksiz olabilir, fakat durmadığınız takdirde olduğunuz yer hiç bir yer. Serginin adına Şeylerin Ufku derken de bu yolculuğun ufkundan bahsediyorum. Bu düşünüş ve hayallerin en uzak noktada belirdiği ama seçilemediği bir yer olarak. Ufuk baktığımız yerden bir sondur ama oraya vardığınızda aslında ufkun son bulmadığını sadece vardığınız yerin bakışınızın sınırı olduğunu fark edersiniz. Verdiğin örnekler üzerinden biraz konuyu açayım; mesela Tatlı Küçük Yalanlar sergisinde Kozmik Oda serisine ait üç desen yer alıyordu. Bu üç desen Aya ilk insanlı seyahati konu alan anonim bazı NASA görselleri idi. Burada sergi bağlamıyla, yani temsil ve gerçekliği anlamında düşününce aklınıza Aya gidildi mi gidilmedi mi gibi medya gerçekliğini de taşıyan sorular gelebilir. Ama benim bu fotoğraflarda görüp bir araya getirdiğim şey nesnel olarak gidilip gidilmemesi, o ufkun aşılıp aşılmaması değil. Tam tersi istikamette, içsel olarak, insanlığın ortak bilinç dışına ait bir özlem olarak beliren ufuk ve onun fethiydi. Bunun modern bir sembolüydü. İnsanın dünyayla kurduğu ilişkide beliren uzaklaşma arzusunun, keşif arzusunun bir nesnesiydi benim için. Jung da Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit adlı çalışmasında UFO fenomenine benzer bir şekilde yaklaşıyor. İnsanın derin tahayyülleri üzerine, psikolojik bir gerçeklik olarak ele alıyor meseleyi. Bir örnek de; Müze Evliyagil'de düzenlenen Ev sergisinde otuz küçük resimden oluşan bir düzenleme kurgulamıştım. Bu otuz küçük resim uçuk mavilerden oluşan, monokrom, toz pastel, iç mekân detaylarına ait soyutlamalardan bir araya geliyordu. Sergide resimlerin tamamına birden seyir mesafesinden bakmak istediğinizde karşınıza bir ufuk çizgisi çıkıyordu. Yakından baktığınızda gördüğünüz duvarlar, perdeler biraz geriye çekildiğinizde aşılıyordu. Bu sergideki çalışmaların ilişkisi de bu minvalde okunabilir.
Sergiyi anlatırken görünen şeylerin görünmeyen yanlarına dair bir arayıştan bahsediyorsun. Bunu biraz açar mısın? Natürmort olarak kullandığını söylediğin kupa, metal kâse veya buruşturulmuş kâğıt gibi nesnelerin gündelik değerlerinin ötesinde ne tür bir bilinmezlik öneriyorsun sergini gezenlere?
Bu mesele varoluşsal bir düzlemde başlıyor. Objeleri söz konusu edersek, metal bir kâseye gündelik işlevsel gerçekliğinden yalıtılmış bir şekilde bakmaya başladığımızda ne görürüz? Bu soru üzerinden meseleyi düşünebiliriz. Karşımıza çıkan gündelik deneyimin dışında bir şey, yabancı olduğumuz bir anlam; ya da anlamsızlık. Sonuç olarak gördüklerimiz biçim, ışık ve uzama dair gözün dolaştığı, gezindiği bir hiçliğe dönüşüyor: Bir soyut temsil. Sergi üzerine konuşurken şimdi bahsettiğin gibi hiçlik, boşluk, sessizlik gibi kavramlara başvuruyorsun. Bunların işlerinle bağlantısını biraz daha detaylandırabilir misin? Sergi için objeleri seçerken özellikle akustik yapılarına, sesi yansıtma ve emme özelliklerinin fark edilir olmasına özen gösterdim. Geometrik biçimlerinin sesi yansıtmaya müsait olarak düz, minimal ya da emmeye müsait olarak yumuşak dokulardan teşekkül etmesine gayret ettim. Bunun için seramik kahve fincanları, kübik metal kutular ve buruşturulmuş kâğıtlar kullandım. Hepsi aynı zamanda analojik bir ilişki halindeler. Formların çağrışımları da bir planda beliriyor. Sesi bir katman olarak mekânı tanımlamada ölçüt görebiliriz, buna mukabil objelerin arasında bir ses kaynağı mevcut değil. Susarak bir imada bulunuyorlar; zamansızlığa, mekânsızlığa, hareketsizliğe; metafizik bir evrene. Kulak kabarttıkça ise duyduğumuz iç seslerimiz ve yankılarından başka bir şey değil.
Şimdiye dek hep çizimlerini gördük ancak bu sergide çizimin yanı sıra objeler de var. Önce bunun hakkında konuşalım istersen. İki boyutlu temsile üç boyutlu nesneleri de ekleme ihtiyacı/isteği nasıl gelişti?Sergide füzen resimlerle hazır nesneler arasında nasıl bir bağ kurmaya çalıştın?
Temsil seçimi konusunda iki boyutlu ya da üç boyutlu diye ayrımlarım olduğunu söyleyemem. Nesnelerin sergide yer alması biraz da resim yüzeyindekinden farklı bir derinlik ihtiyacından doğdu. Resmin -ister istemezyüzeyde gerçekleşmesi bazı meselelerin imasında bulunmada güçlü bir araç oluyor. Kompozisyona neyin dahil olduğuyla birlikte neyin dışarıda bırakıldığını da düşünürsek, resmin ima ve işaret ettikleri daha da görünür olmaya başlıyor. Serginin tamamını da bir kompozisyon olarak düşündüğümde izleyiciyi hem içeri alan hem de dışarıda bırakan bir çelişkiyi oluşturmaya çalıştım. İzleyicinin dışında bulunan imgelerle içinde olduğu mekânı birbirine yaklaştırmak istedim. Bu bağlamda, Şeylerin Ufku temsil ve asılları arasında bir berzah âlemi gibi düşünülebilir. İşlerin birbirlerine ve izleyiciye olan yakınlık-uzaklıkları ve ruhsal mesafeleri gibi elle tutulur olmayan hissiyat üzerine düşünüyorum.
Daha önceki işlerine bakarken daha ziyade yalnızlık, melankoli, karamsarlık gibi duyguları düşünürken, bu işlerinde sanki duygudan ziyade deneysellik ön planda gibi geldi bana. Sanki belirli bir duygu durumu oluşturmaktan ziyade belirli bir cümle kurmaya çalışıyorsun diye düşündüm. Buna ne dersin?
Bu kastettiğin duygulardan uzaklaşmış sayılmam. Fakat deneysellik konusunda da haklısın. Bakış açıma sürekli farklılıklar ekleniyor. Bu sergi için kastettiğin cümleyi belki Paul Auster'den alıntılayarak şöyle özetleyebilirim: "Şeyleri görünmez kılan bir bakış." Bu söz New York Üçlemesi'ne ait Hayaletler kitabında geçiyor. Orada dikizleyen karakterin (Mavi) dikizlenen karakter (Siyah) tarafından fark edildiği endişesi üzerine söyleniyor. Burada tarif edilen bakış görmeden çok düşünme anlamına gelen boş bir bakış. Hikâyeyi benim yorumlayışım dikizleyenle dikizlenenin, bakanla bakılanın bir olduğu üzerine. Sıkça söz ettiğim, bir şeyleri seyrederken gözün boşluğa dalıp gitmesi refleksi bu hikâyede de karşıma çıkmıştı. Bu bakış baktığımız şeyleri görünmez kılıp düşüncelerimizi, hayallerimizi görünür kılmaya başlıyor. Nesneler ve mekânlar, hayallere ve düşüncelere açılan pencerelere dönüşüyor. Metal bir kâse, kum saati gibi karşınızda eriyor.
İşlerin her ne kadar çok öznel ve arkasında belirli bir hikâye aramayı gerektirmeyecek gibi görünse de, karma sergilere katıldığın birkaç parçalık serilerinde dahi kafanda bir hikâye olduğunu biliyorum. Örneğin geçen sezon Plato Sanat'taki Tatlı Küçük Yalanlar sergisinde gösterilen Kozmik Oda serisinde aya giden bir insana dair bir hikâye kurgusu var, ya da Sanatorium'daki Umutsuz Boşluk sergisindeki işlerinde de belgesel fotoğrafla çizimler arasında öyküsel bir bağ kurulabiliyordu. Bu sergideki işlerin de birbirileriyle bağlantılı bu tür bir hikâyesi var mı zihninde?
Bu hikâyeler genel olarak benim için yolculuk anlamına geliyor. Bu yolculuğun şekli ve biçimi sürekli değişse de bir yere varmaya çalışmak anlam olarak hep orada duruyor. Bu hareket istekli ya da isteksiz olabilir, fakat durmadığınız takdirde olduğunuz yer hiç bir yer. Serginin adına Şeylerin Ufku derken de bu yolculuğun ufkundan bahsediyorum. Bu düşünüş ve hayallerin en uzak noktada belirdiği ama seçilemediği bir yer olarak. Ufuk baktığımız yerden bir sondur ama oraya vardığınızda aslında ufkun son bulmadığını sadece vardığınız yerin bakışınızın sınırı olduğunu fark edersiniz. Verdiğin örnekler üzerinden biraz konuyu açayım; mesela Tatlı Küçük Yalanlar sergisinde Kozmik Oda serisine ait üç desen yer alıyordu. Bu üç desen Aya ilk insanlı seyahati konu alan anonim bazı NASA görselleri idi. Burada sergi bağlamıyla, yani temsil ve gerçekliği anlamında düşününce aklınıza Aya gidildi mi gidilmedi mi gibi medya gerçekliğini de taşıyan sorular gelebilir. Ama benim bu fotoğraflarda görüp bir araya getirdiğim şey nesnel olarak gidilip gidilmemesi, o ufkun aşılıp aşılmaması değil. Tam tersi istikamette, içsel olarak, insanlığın ortak bilinç dışına ait bir özlem olarak beliren ufuk ve onun fethiydi. Bunun modern bir sembolüydü. İnsanın dünyayla kurduğu ilişkide beliren uzaklaşma arzusunun, keşif arzusunun bir nesnesiydi benim için. Jung da Gökte Görülen Cisimler Üzerine Bir Mit adlı çalışmasında UFO fenomenine benzer bir şekilde yaklaşıyor. İnsanın derin tahayyülleri üzerine, psikolojik bir gerçeklik olarak ele alıyor meseleyi. Bir örnek de; Müze Evliyagil'de düzenlenen Ev sergisinde otuz küçük resimden oluşan bir düzenleme kurgulamıştım. Bu otuz küçük resim uçuk mavilerden oluşan, monokrom, toz pastel, iç mekân detaylarına ait soyutlamalardan bir araya geliyordu. Sergide resimlerin tamamına birden seyir mesafesinden bakmak istediğinizde karşınıza bir ufuk çizgisi çıkıyordu. Yakından baktığınızda gördüğünüz duvarlar, perdeler biraz geriye çekildiğinizde aşılıyordu. Bu sergideki çalışmaların ilişkisi de bu minvalde okunabilir.
Sergiyi anlatırken görünen şeylerin görünmeyen yanlarına dair bir arayıştan bahsediyorsun. Bunu biraz açar mısın? Natürmort olarak kullandığını söylediğin kupa, metal kâse veya buruşturulmuş kâğıt gibi nesnelerin gündelik değerlerinin ötesinde ne tür bir bilinmezlik öneriyorsun sergini gezenlere?
Bu mesele varoluşsal bir düzlemde başlıyor. Objeleri söz konusu edersek, metal bir kâseye gündelik işlevsel gerçekliğinden yalıtılmış bir şekilde bakmaya başladığımızda ne görürüz? Bu soru üzerinden meseleyi düşünebiliriz. Karşımıza çıkan gündelik deneyimin dışında bir şey, yabancı olduğumuz bir anlam; ya da anlamsızlık. Sonuç olarak gördüklerimiz biçim, ışık ve uzama dair gözün dolaştığı, gezindiği bir hiçliğe dönüşüyor: Bir soyut temsil. Sergi üzerine konuşurken şimdi bahsettiğin gibi hiçlik, boşluk, sessizlik gibi kavramlara başvuruyorsun. Bunların işlerinle bağlantısını biraz daha detaylandırabilir misin? Sergi için objeleri seçerken özellikle akustik yapılarına, sesi yansıtma ve emme özelliklerinin fark edilir olmasına özen gösterdim. Geometrik biçimlerinin sesi yansıtmaya müsait olarak düz, minimal ya da emmeye müsait olarak yumuşak dokulardan teşekkül etmesine gayret ettim. Bunun için seramik kahve fincanları, kübik metal kutular ve buruşturulmuş kâğıtlar kullandım. Hepsi aynı zamanda analojik bir ilişki halindeler. Formların çağrışımları da bir planda beliriyor. Sesi bir katman olarak mekânı tanımlamada ölçüt görebiliriz, buna mukabil objelerin arasında bir ses kaynağı mevcut değil. Susarak bir imada bulunuyorlar; zamansızlığa, mekânsızlığa, hareketsizliğe; metafizik bir evrene. Kulak kabarttıkça ise duyduğumuz iç seslerimiz ve yankılarından başka bir şey değil.
September 11, 2019