Boşluğa tutunmak
Hüseyin Gökçe
“Eğer dramlaştırmayı bilmiyorsak, kendimizin dışına çıkamayız”
Yunus Emre Erdoğan’ın ilk eserlerinden itibaren iç içe susan bir sessizlik yankılanır. Şeyler kendi yalnızlığıyla susarlar. Bu, nesnelerin birbirine karşı konumlarında ve bunu tayin eden boşlukta duyulur. Nesnelerin birbirilerine mesafelenmeleri kendi görünüşülerinin aurasını ortaya çıkardığı gibi nefes almalarını sağlar. Bu arada gölge kendi kuvvetiyle bu boşluklara sızar. Ani bir şekilde değil, birikerek sızar. İlk önce ılık bir esinti daha sonra sessizlik buna eşlik eder. İç ve dışın diyalektik karşıtlığı, içten dışarı doğru açılan, eriyen sınır durumlarıyla bulanıklaşmaya başlar. İçerisi olduğunu imleyen bir yerle, dışarıya doğru bakan bir yer bu sınırı muğlaklaştırır. Bakanın kim olduğu belirsizleşir. Pencerenin varlığı dışarıyla içeriyi ayırmaz. İçeriyi dışarı doğru açar. Mekândan ve nesnelerden yönelen bir bakış sarmalar. Birbirine ve mekânın işlevine göre düzenlenen nesneler kendi boşluklarında oyalanırlar. Oyalanan, nesneyle beraber gözdür. Nesnedeki bu oyalanmalar bakışı pornografik olandan kurtarır, erotik olana yönlendirir. Şeyler kendilerini örterek görünür kılar.
Yunus Emre Erdoğan ilk solo sergisi “Gizliden Sesler”de içeriyle bir temaşa içine girerek minimal bir şekilde sunulmuş mekânda, nesnelerin kendi dünyasının boşlukla yaratabileceği seslere odaklanır. “Şeylerin Ufku”nda ise ufuk fenomenini nesnelerin görünüşlerinde arar. Nesnelerle aradaki mesafe ayarlandıkça onlara dair bir ufkun sezilebileceği gösterilir. Bir tarafta şeyler görünür duruma gelirken diğer yandan ufuktan dolayı görünmez birçok şey bu ana eşlik eder. Denilebilir ki bütün bu işleyişte dramatik unsurlar eserlerin aurasını oluşturur.
Sanatçı fenomenolojik ve ontolojik sorunları ve ifade biçimlerini göz önünde bulundurarak minimal mekân betimlemeleriyle birlikte nesneler üzerinden imge üretimi gerçekleştirir. Ayrıca tasavvufî kaynaklar kimi serilerdeki işlerin oluşmasında pay sahibidir. “Kozmik Oda”da bazı eserleri tasavvufî bir kavram olan "seyr-i sülûk" yani yolda olma arayışı ile oluşturur. Bu yaklaşımı insanlığın uzay macerasındaki ve bilinçaltındaki arzusuyla birleştirerek bilimsel ansiklopedilerde yer alan görselleri ve internetten aldığı çıktıları kâğıda aktarır. "Gizliden Sesler" ise Abdülkadir Geylani'nin gizli ilimlere vakıf olmak isteyenlere yol ve yöntem açısından birtakım bilgiler sunduğu “Fütuhu'l Gayb” adlı eserinden yola çıkarak bu kavrayışı fenomenolojik bir yaklaşımla ele alır. Nesnelerin görünmeyen ve bilinmeyen dünyalarını algılamak için kullanır. Ne var ki, bu serilerde; geleneksel bir imgenin hafızasının günümüzle nasıl bağ kuracağı şeklinde bir yönelim yoktur. Daha çok mekân ve nesne ilişkisinde imge üretiminin kendini meditatif bir havada sunma ihtimali göz önünde tutulur. Ya da yine mekân ve nesne üzerinden sesin mevcudiyeti ve sessizlik üzerine bir arayış içindedir.
Hayatın formlarıyla sanatın formları bir yerde birbirinden farklılaşır. Bir de bunlara tinsellik eklenince işin boyutları daha da bir değişir. Yunus Emre Erdoğan bu boyutu önemsediğinden beyaz bir kağıtla karşılaştığında malzemenin sunduğu olanakları ve kendi sınırlarını gözden geçirip boşluğun olası etkilerini yanına alarak özne-nesne, varlık-yokluk, iç-dış, ışık-gölge gibi ikiliklere yoğunlaşır. Bu türden ilişkiler ağıyla kurulmuş işlerde ikilikler bir sorun olarak görülmediği gibi kendiliklerin birbirini tamamlamasına ve bütünlemesine imkân sağlar. Hepsi kendi içinde, birbirleriyle kurduğu ilişkide ve birbirlerinin sınırlarına yaptığı hamlelerle bir algının oluşması için çırpınıp durur. Sanatçının gösterdiği bu hassasiyet; kendiliklerin nefes alabilmesine yönelik bir anlayışı göz önünde tutmayı ihmal etmez. Bu şiirsel duyarlık Nefes Almak’ta bir kez daha ve daha derinden hissedilirken tinsel deneyimin dünyayla kurabileceği ilişkilere yer verilir. Tefekkürle gerçekleşen arayışlarda başka türlü bir estetik deneyime yönelerek kâinatta nefes alan varlıkların şiirsel dışavurumu gözetilir. Ayrıca ontolojik ve tinsel arayışlardan kendiliğe ve dünyaya ait bir yörünge çizerken nefes almakla nefes nefese kalmanın sınırında olası boyutları deneyimleme imkânı sunar.
Her varlık için nefes almak dirimselliğin en önemli bileşenlerinden biriyken canlılığı sürdürme konusunda nefes almanın biçimleri ve boyutları değişkenlik gösterir. Çünkü doğa yeri geldiğinde başka bir şey söyler. Doğada her şey birbirinin nefesine muhtaçtır. Bu yaşamsal olduğu kadar ölümcüldür. Çoğu zaman nefes nefese kalmak bu işleyişin içinde kaçınılmaz bir şekilde vuku bulur. Bu gerçeklik çizgilerin beyaz kâğıdın yüzeyiyle kurduğu temasın farklılaşmasını sağlar. Her bir çizgi sonsuz sayıda nefesin sonsuz sayıda nefes alıp verişi olarak yorumlanabilir. Bazen de her canlının nefes nefese kalışıyla dünyada var olmanın koşulu ve zorluğuyla birleşir. Bilindiği gibi nefes nefese kalmak çoğu zaman var kalmanın yegâne gerçekliğidir. Korku ve arzu bütün bu dinamiklere dikişlenir. Bu her canlının yaşadığı ortak bir yazgıdır. Dolayısıyla “yaşam-ölüm ve erotizm birdir”. Bazı otomatik – soyut eserlerde bu birlik ve işleyiş deneyimlenebilir. Bu anlamda kimi eserlere dikkat edilerek bakıldığında inine çekilmiş bir hayvanın solumasının yanı sıra uçsuz bucaksız bir düzlükte bir hayvanın nefesini ve kokusunu arayan başka bir hayvanın soluk alıp verişi duyulabilir.
Gerçeküstücülerin bilinç denilen yapıdan kurtulmak için bilinçaltının tüm olanaklarını seferber ederek “otomatik-yazım” veya soyut dışavurumcu sanatçıların “otomatizm” deneyimlerine benzer bir şekilde Yunus Emre Erdoğan da tinsel arayışlar için otomatik – soyut desenlerde boşluğun titreşimlerine kendini bırakır. Kendiliğinden ve rastlantısal bir şekilde gerçekleşen soyutlamalarda “görünmeyen kuvvetler” boşlukla birbirine temas eder. İnce çizgiler boşluğu öylesine hafifletir ki ortam durgunlaşarak zamansız bir yere dönüşür. Sessizlik bu anın içinde bir potansiyel olarak belirir. Boşluk herhangi bir forma ve temsile indirgenmeyerek ama salt boşluk olarak da kalmayarak kendini dışa vurur. Boşluk zıt renkler arasında dalgalanırken bu aralarda nefes alır. Sadece bununla kalmayıp katmanlardan oluşan beyaz bir kağıtla ne yapılacağı sorunu üzerine gidilerek boşluğun sonsuz olasılıkları açığa vurması için dolu kağıda müdahale edilir. Kâğıt nefes alması için kazılır. Yüzey eksilerek çoğalır. Hafifledikçe kanatlanır. Her şey birbirinin boşluğuna tutunur.
Her şey iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayıp bütünlerken dünyayla temaşa etmekte hep bir eksiklik söz konusudur. Dünya her an aslında kavradığımız, gördüğümüz, duyduğumuz, hissettiğimiz dünyadan başka bir yerdir. Bu durum kendi içinde büyük bir zenginlik barındırır. Baş dönmesine ve hafif bir denge kaybına yol açabilir. Ancak bunun gerilimli ve dramatik bir yönü de vardır. Onunla temaşa etmedeki eksikliğe ve onun oluşturduğu ruh durumuna derviş bastonu diyebileceğimiz, kırık bir bastonla yaklaşılır. Georges Bataille, eksik olanı bulabilmek için insanın kendine dönme zorunluluğuna işaret ederken “kendi” dünyadan soyutlanan bir özne olmadığını aksine özne ve nesnenin kaynaştığı bir iletişim alanı olduğunu belirtir. Dönülen yerde kendini bulamamakla sonuçlanan bir kaynaşmadır belki de aranan. Ayrıca bu kırık baston hem de sergide yer bulan “Ah” işi metafizik arayışlara ve yokluğa bir gönderme yaparken her şey bir bütündür kavrayışı soyut dışavurumsal bir şekilde ifade edilir.
Yunus Emre Erdoğan’ın bir şeyleri gizlemeye veya örtme çabasıyla görünenin ardındakini görmeyi kışkırtma arzusu "Nefes Almak" dolayısıyla bir kez daha ama bu sefer başkaca bir şekilde kendini sunar. Desenler çizdiği, eskizler yaptığı veya elinin çizme refleksini sürdürmek için yanından eksik etmediği defterleri gösterme biçimi bu anlayışın ürünü olduğu söylenebilir. Tamamen kapalı defterlerin renklerinden, bir araya gelmelerinden içeriğe ait bir şeyler çıkarılabileceğini sezdirir. Kimi defterlere daha yakından bakıldığında defterlerin sayfalarından taşan çiziklerle karşılaşılır. Sanatçının otomatik-soyut desenleri andıran kara kalem çizikler kendi başlarına bir şeyler sunar. Bir arkeolog gibi düşündüğümüzde her bir katmandaki bir iz diğer katmanlarla ilişki içindedir. Her bir katman diğerlerine ait emareleri içinde barındırır. Ama burada o katmanları açmak mümkün olmayacağı için görünür çizikler üzerinden hareket ederek bazı varsayımlarda bulunulabilir. Sanatçının mekân ve nesnelere olan ilgisini göz önüne aldığımızda bize bir sır gibi sunulan defter kapaklarından içeriğe ait bir fikir oluşur. Bu izlerde bakışı kışkırtan bir şeyler vardır. Hayal kurmaya sevk eder. Tıpkı Pierre Bayard'ın Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz? adlı kitabında şaşırtıcı ve oldukça fikir açıcı saptamalarında olduğu gibi. Bayard, sürekli kitap okuyanların ömürlerinin yazılmış bütün kitapları okumaya yetmeyeceği üzüntüsünü dindirmeye çalışır. Okumamanın yaratıcı bir eylem olduğunu söyler. Tek tek kitapları okumaktansa, kitaplar arasındaki bağlamı ve ilişki düzenini keşfetmeyi önerir. Kuşkusuz Bayard'ın bu yaklaşımı "okuduklarımızı nasıl okuyoruz?’’ sorusunu devamında getirir. Metnin kendi içinde bağlamı ve diğer metinlerle kurduğu ilişki ancak okunan metni nasıl okuduğumuzla ilgilidir. Yunus Emre Erdoğan, içeriğini göremeyeceğimiz ama onun üretim pratiğiyle kuracağımız ilişkiler sayesinde defter içeriklerinde neler olabileceğinin ipuçlarını vermekle görme ve bakış üzerine oyuncul bir deneyim sunar. Bazı eserlerde de bir eserin üretim anına tanıklık etmiş notlara yer vererek üretimin salt beyaz bir yüzeyde gerçekleşmediğini bu yüzeyin ardında bunu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde etkilemiş ona yön vermiş veya hiçbir etkisi olmamış bazı anların, düşüncelerin ve notların olduğuna işaret eder. Yekpare bir şekilde sunulan eserin oluşum sürecine tanıklık etmeye ve bu süreci deneyimlemeye kapı aralar.
Sergi boyunca içten içe bir şeyler bizimle beraberdir. Evrenin sonsuzluğuyla mezarların sessizliği arasındaki bir yarıkta olduğumuz peşimizi bırakmaz. Bu aralıkta nefes almanın mahiyeti üzerinde bir süreliğine durarak melankolik, ürkütücü ve kasvetli olduğu kadar neşeli ve coşkulu bir an aynı anda hissedilebilir. Buradan lirik bir duyguya kapılıp sergide de yer verildiği üzere oyuncul ve estetik deneyimlerin yanında kırık bir bastonun yapısından ve sembolik anlamından yola çıkarak yaşama sızmanın yolları bulunabilir. Sonlu bir varlık olarak sonsuzluğa başka türlü olabileceği gibi bu şekilde de süzülebilir.