Şeylerin Ufku

11 September - 14 October 2018

Şeylerin Ufku

Onur Kaya


“Konuşmuyorlardı, şarkı söylemiyorlardı, bütün olarak neredeyse büyük bir inatla susuyorlardı ama büyüleriyle boş mekândan müziği çekip çıkarıyorlardı. Her şey müzikti… Ayaklarını kaldırıp yere basışları, başlarının belli dönüşleri, koşmaları ve durmaları, birbirlerine karşı duruşları… Yere bitişik halde sürünüp giden vücutlarıyla iç içe girmiş figürler meydana getirmeleri…”1

 

Junahi Pallasmaa’nın Tenin Gözleri eseri başat duyu olan görme kipi ile dokunma, işitme gibi diğer duyu kipleri arasında ‘kavramsal bir kısa devre yaratmayı’2 hedefler. Görmenin hegemonyasını eleştirdiği metinlerde odaklanmış görmeye karşı bizi ‘dünyanın teniyle sarmalanmış’ gibi duyumsatacak ‘çevresel bir görme’ biçimini öne çıkarır. Görmenin bilinç dışı olarak tanımladığı diğer duyularla birlikte görmeyi çok duyumlu bir deneyime çevirir.

 

Yunus Emre Erdoğan’ın çalışmaları da her ne kadar bakmak eylemiyle yoğun bir ilişki içerisinde olsa da diğer duyular aracılığıyla tıpkı Pallasmaa gibi ‘kavramsal bir kısa devre’ yaratmayı hedefler gibidir. Bir çeşit ölü doğa ressamı olarak da düşünebileceğimiz Erdoğan’ın ‘Gizliden Sesler’ serisindeki her şey bize hep bir el mesafesi uzaklığındadır. Jaluzi, kaktüs, tuvalet kağıdı, kalorifer peteği, perdeler gibi analojik olarak ilişki içerisinde bulunan nesneler dokunma arzumuzu kışkırtır. Fakat bu nesneler tüm dokunsallıklarına rağmen dünya dışı varlıklarmış gibi kendi yalnızlıkları içinde, gizemli bir havaya bürünürler. Sanki beklenmedik bir biçimde uzamı bozacakmış gibi dururlar. Dokunmamızla her şeyin rutinden çıkacağı, hiçliğe varacağı gizli bir eşik barındırırlar. Sinema perdesine ya da televizyona dokunmak gibi anlamsızdır onlara dokunmak. Dışarıda olmanın hissiyle ait olamadığımız bir dünyayı gözlemleyen bir bakışa indirgeniriz. Ne yanda durduğumuzun artık net olmadığı bir andır o an. İşte o anlarda bakışımız resmin bir konusu hatta örtük bir nesnesi haline gelebilir.

 

Bu muğlak anlarda Erdoğan’ın mekanları gizli bir güç olarak ortaya çıkar. Açık kompozisyonlardan oluşan iç mekânlar nesnelerin yittiği ve tekrar kendini gösterdiği yerlerdir. Nesneler sanki mekânın içinden yontulmuş bir boşluğu doldurmak için belirirler. Sanatçı mekânın bütün görünmez, soyut unsurlarını nesnelerin içine gizler. Böylelikle mekân, nesneye mevcudiyet kazandırıp onu kendi içinde çözünen, heykelimsi bir forma büründürür.


Erdoğan’ın nesneleri Fransız besteci Erik Satie’nin mobilya müziği diye tabir edilen müziğine benzer bir etki uyandırır. Mobilya müziği “İşitilmek için değildir, çevresindeki gürültülerin bir parçası olabilen bir müziktir.”3 Sanatçının nesneleri de mekânın tüm alacasının içinde bir denge, bir sınır olarak var olur.

 

Sanatçının Şeylerin Ufku sergisindeki nesneler de derin bir sükûnet içinde, bir belirişten ibaret olarak dururlar. Erdoğan, bu serisinde zaman ve mekân mefhumunu muğlaklaştıran, dışarısını da imleyecek denli yayılan, genişleyen bir iç mekanı minimal ve çoklu üretimlerle betimler. Kapalı kompozisyonlar aracılığıyla içeriden dışarı imleyen, içerisinin sınırlarını zorlayan bir görüş alanı sunar. Bir vadiye mi bakıyoruz evin bir köşesine mi anlayamayız. Erdoğan’ın sanatında bu sınır muammasını hep yaşarız. Virtüel bir mekânla gerçek bir mekân arasındaki sınırlar, dışarı ile içerisi arasındaki sınırlar, varlık ile hiçlik arasındaki sınırlar, gölge ile ışığın sınırları, boşluk ile doluluğun sınırları arasında gidip geliriz. Bunlar arasındaki nöbet değişimi Erdoğan’ın sanatını ilginç kılan en büyük unsurlardandır.


Chirico’nun mobilyaları açık alanlara taşımasının ilginçliği gibi Erdoğan da anıtsal görünümlü fakat bize kırık dökük bir anlam sunan objeleri virtüel bir alana taşır. Daha önceki işlerinden farklı olarak nesneler boş bir uzamın ortasına bırakılmış bir görüntü sunarlar. Bırakılmış mı? Gökten mi düşmüşlerdir? Anlayamayız. Boş bir gösterge gibi dururlar.


Şeylerin Ufku serisine eşlik eden çalışmalarda sanatçı sergi için objeleri seçerken bu objelerin akustik yapıda olmalarına özen gösterir. Bu nesnelerin analojisini sesi yankılama ve emme özelliklerine göre inşa eder. Ses yoktur ama sanatçı bize bir ses imasında bulunur. Erdoğan’ın nesneleri taşlaşmışçasına sessizdir. John Cage’e göre “Sessizlik, sesin karşıtı değil, kişinin etrafında her an mevcut olan seslere kulağını kabartmamasıdır.”4 John Cage, sesten yalıtılmış bir odada yaşadığı bir deneyimden sonra bu durumu fark eder. Erdoğan da Şeylerin Ufku sergisinde bir türlü anlam veremediğimiz ‘gizliden sesleri’ ifade etmenin en güzel yolunun boş bir uzam olduğuna karar verir. Sesin akışkanlığı ve mesafesizliği tıpkı ufuk fikrinin sonsuzluğu gibi göz eriminin sınırlarını zorlar. Ve artık nesnelerin özüne dair bir fikrimiz oluşmaya başlar. Boş bir gösterge olarak nesneler içine her türlü anlamın yerleştirileceği bir biçime bürünürler. “Derler ki, imgelem de böylece dairesel bir biçimde, boş bir konu boyunca, kıvrılışlarla, geri dönüşlerle açılır.”5


1 Dolar Mladen, Sahibinin Sesi Psikanaliz ve Ses. Metis Yayınları, 2013 s. 180
2 Juhani Pallasmaa, Tenin Gözleri: Mimarlık ve Duyular, Yapı. Endüstri Merkezi Yayınları, 2011 s. 12
3 http://ravelinbolerosu.com/gnossienne-1/
4 Alıntılanan metin: Hira Doğrul, Siyahi Dergisi, Sayı 2, 2005, s. 115
5 Roland Barthes, Göstergeler İmparatorluğu. Yapı Kredi Yayınları, 2013, s. 38