Sanat Teknolojidir: Merak Aydınlandığında
Jing Yi Teo
Çeviri: Sarp Özer
Temi nereye gitse farketmez, çocuk ya da değil tüm bakışları üzerine çekerdi. Temi nazikçe ziyaretçilerin arasından süzülerek bir sergi alanından diğerine geçmeye çalışsa da gözler üzerine çevrilirdi. Mekanda Temi ve ziyaretçilerin üzerinde yükselen üç metre boyunda bir insansı bulunuyordu. Esas ve rahat duruş arası bir pozda tetikte beklerken kolları zıt yönlere uzanıyordu. Bir takım buluntu elektrik aksamları, metal, aydınlatma farları, halat ve ahşap bir el arabası kullanılarak üretilmiş bu yapıtın künyesinde özel bir koleksiyoncunun izniyle sergilendiği yazıyordu. Aynı metinde çalışmaya kati suretle dokunulmaması gerektiğine dair bir de ibare yer alıyordu. Zaten tüm dikkatler Temi’nin üzerindeyken bütün bunlar kimin umurundaydı ki? Zira mekanda daha küçük, şirin ve göz alıcı bir diğer robot mevcuttu. Temi, bir rehberlik vardiyasından ötekisine yetişiyor; ışıklarını yakıp söndürerek şarj istasyonuna doğru seyrederken bütün gün müze ziyaretçileri arasında süzülüp duruyordu. Ufaklığın birinin yetişmek için Temi’nin peşinden badi badi koşturuşuna şahit oluyorum. Vay be, ilgi odağı olmak işte böyle bir şey. Bilirsiniz vurursa yüze antropomorfik ifadesi, teknolojinin son harikası yapar numarasını...
Elbette hayal diyarından fırlamış ışıltılı birer robot-peri edasıyla havada süzülüp biçim değiştiren hologramlar piyasaya çıktığında çocukların Temi gibilerin yüzüne bakmayacağını öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Silikon Vadisi duayenlerinden yatırımcı Naval Ravikant, bir konuşmasında “Teknoloji, henüz idrakine varılmamış olandır.” diyor. Cazibe bir miktar anlaşılmadığı vakit bilhassa tesir arttırır. Bilinmeyen karşısında hissedilen o kalp çarpıntısı. Günümüzde teknoloji denilince çoğumuzun aklına metaverse, block zincir, sosyal medya ve yapay zeka gelse de hali hazırda asıl büyük ve kritik
teknolojik yatırımlar askeri hedefler doğrultusunda yapılıyor. — Hedef yaratmak olduğu kadar aynı zamanda da yok etmek—belki de teknoloji hakkında ve dolayımında üretilen bilgi ve birikim yeniden ele alınıp meseleyi anlaşılır kılacak bir bakış açısıyla konuya yaklaşılsa tüm bu araç ve altyapıları tanrısallaştıran esrar perdesini aralamak mümkün olabilirdi.
Geçmişte antropoloji ve felsefe gibi alanlarda teknolojinin aslen benliğin insani bir uzantısı olduğuna dair temel tanımlamalar yapılmış1. Bu bakımdan teknolojiyle kurduğumuz ilişkinin uhrevi boyuttan çıkarılıp bilginin alanına girmesine mani olmak, batıl insanın alıp alabileceği en geçerli tasdik olacaktır. Yeni teknolojilerin üretimiyle amaçlanan — bilhassa da tüketici elektroniği ve temaşaya yönelik tertip edilen yeni medya yapımları — tüm gezegeni kuşatan bir podyum inşa etmek mi?
"Her Yöne Titreşmek" sergisinin başlığı Édouard Glissant'a atıfta bulunuyor. Fakat “Dünyayla birlikte titreştiğimizde onu daha iyi kavrıyoruz, çünkü dünya her yöne titreşiyor” cümlesini bizzat kurduğu “One World in Relation” başlıklı belgeseli izlemedim. Bu alıntıya Paul B. Preciado’nun “An Apartment on Uranus” adlı kitabında rastlamıştım. Bu hususu ifade etmek istiyorum çünkü bu serginin küratörlüğünü benim üstlenmem kadar mütevazi bir örnekte bile yaratıcı çıktıların arkasındaki bilgi kaynağına dikkat çekmeyi önemsiyorum. Keşifler icatlara dönüşür. Onlarsa yeni keşiflerin, dolayısıyla ardından gelecek başka icatların yapı taşları olacakları sonsuz bir döngü içerisinde yerlerini alırlar2. Peki ya bu bütünün tarihte defaten aksi ispat edilerek yanlış addedilen parçalarının akibeti? (Türkçe ismiyle “Uranüs'te Bir Apartman”, Uranüs'e kaçışın kendisidir, şimdilerde gezegen sayılmasına karşın tarih öncesi çağlarda yeterince parlak olmadığı gerekçesiyle sıradan bir yıldız olarak kayıtlara girmişti.) Keşifler ve çürüyen tezler bilimi bir oraya bir buraya sürüklerken, teknolojinin sahiden de parmaklarımızın ucunda olduğundan söz etmek mümkün mü?
Zamanımızda kimi düşünürler teknolojiyi teorik açıdan parmak uçlarımızın kelime anlamıyla kastedildiği şekilde uzantısı olarak ele aldılar. Ruha Benjamin ve Beth Coleman, ırkın gündelik hayatın mimarisinde hali hazırda içselleştirilmiş sosyal adaletsizliği sınıfsallaştırmak ve mazur göstermek için tasarlanmış bir teknoloji olduğunu savunur3. Argümanları, ırksal adaletsizliğin Big Tech'in tasarım uygulamalarıyla örtüştüğü ve bu uygulamalar yoluyla icra edildiği fikri üzerinde temellenir. Benzer bir yaklaşım doğrultusunda, bu sergi vesilesiyle getirdiğim önerme sanatı yalnızca teknolojiyle kurduğu kesişimsel ilişki üzerinden değil - zira burada amaçlanan "sanat ve teknoloji" türevi teşebbüsler gibi yeni medya sanatını ön plana çıkarmak değil - sanatı bir teknoloji olarak düşünmek. Böylece onu adeta karıncaları kendimize çekmek için toprağa sapladığımız sopaymışçasına, birbirimizle yakınlaşabilmek için araçsallaştıralım diye.
Sergi, sanatçılar Nina Kuttler ve Natasha Tontey'in her ikisi de spekülatif bir düşünce biçimi olarak kurguya dayanan pratikleri üzerinden dünyayı kendilerince anlamlandırmanın özgün yöntemlerini sunuyor. Kuttler’in araştırma ve pratiği mitoloji ve bilimi birbirinden ayıran sınırları belirsizleştirmeye yönelik bir arayıştır. “A Ship to Sink Another Ship” (Gemi Batıran Gemi), çalışmasının başlığı Leonardo Da Vinci’nin yarım kalan denizaltı eskizlerine atıfta bulunur. Askeri teknolojide çığır açan, tüm zamanların gelmiş geçmiş en önemli icatları arasında yer alan deniz altına dair erken dönem fikirlerin görselleştirildiği çizimler bugünün denizaltılarından her bakımdan çok uzaktadır. İmalatında ilerleme mefhumu ile teknoloji arasındaki nostaljik yakınlığı akla getiren miadı dolmuş bir malzeme tercih edilen neon heykeller, insanlığın denizaltılarla nereye isterse gidebileceğini ve sonucuna katlanmadan dünyayı emelleri doğrultusunda değiştirebileceğini zannettiği bir dönemi akıllara getiriyor. “The Loudest Animal” (En Gürültülü Hayvan) ise insan ve insan olmayan varlıkların bir arada varlığını sürdürdüğü sentetik bir ekolojiyi konu alan bir ses düzenlemesidir. Çalışma denizaltılar ve tabanca karidesleri arasındaki yüksek tansiyonlu ilişkiyi derin zamanda geçen bir kurguya dönüştürüyor. Kuttler'in çalışması, hem özgürleştirici yanı hem de zaruretler sebebiyle perspektiften faydalanır; eğer zaman geleceğe ve geçmişe bu denli nüfuz eder bir vaziyette ise, yazılmış tüm tarihsel anlatılar pekala kurmaca da olabilir ve faillerin yan-kurguları icat etme ve arşivlemeye yönelik tasarrufları her daim ihtimaller dahilindedir4.
Tontey'in video çalışmaları "Wa'anak Witu Watu" ve "The Epoch of Mapalucene" (Mapulasen Çağı), odağına sanatçının soydaşı olduğu yerli Minahasan halkının bir jeo-varlık olarak taş ile kurdukları ilişki ve pratikleri alıyor. “Wa'anak Witu Watu”, insanların muskalarının enerjisini 'Watu Muntu Untu” adlı yörelerine yakın başka bir taşta şarj ettikleri bir ritüeli kayıt altına alır. Tontey'e o zamanlar ritüelleri teknolojiden sayıp saymadığını sormuştum. Eskiden bu terimi kullandığını, ancak bazı süreçler neticesinde reddettiğini5, yerineyse evrensel karşılığı olmayan technē (Yunancadan gelen) ya da yaygın kullanımıyla tekniği tercih ettiğini söylüyor. Gündelik araç ve uygulamaların arkasında yatan mikro-yerel tarihlere riayet eden anlatılar kurulduğu takdirde hakikatin kabullere giren vesikaları tartışmaya açılır hatta tashih imkanı bile doğar. "Wa'anak Witu Watu" başlıklı çalışmada Tontey, Tanrıça Kareema ile kızı Lumimuut'un toplumsal statüsünü yükselterek geleneklerde birinin torunu, diğerinin oğlu olan Toar'ın tebaası sayıldıkları anlatıya müdahalede bulunur. Sergide yer alan bir diğer çalışma, "The Epoch of Mapalucene" (Mapalucene Çağı) ise spekülatif bir yaklaşımla Endonezya'nın mevcut yönetim sistemine bir alternatif olarak, kaynakların müşterekleştirilmesini sağlayan bir tür değer birimi olarak taş kullanan Minahasan siyasi sistemi Mapalus'u konumlandırır.
Walter Benjamin, teknolojinin sanat kavramını nasıl değiştirdiğini irdelerken, sanat kavramının mevcut teknolojik koşullara6 göre yeni medyayı kapsayacak biçimde genişlediğine işaret eder. Sanat dahiline aldığımız şeyleri kapsayan küme büyürken, kapsama alanının genişlemesinden hareketle getirilen teorik açılımlar ve itirazlar ışığında kapıyı, sanatı -etrafımızdaki dünyayı anlamlandırmak için bilerek araçsallaştırdığımız-bir teknoloji olarak konumlandıran eğilimlere açık bırakabiliriz - bilimsel, bilim dışı ya da safsata.
1 Başka düşünürlerin de irdelediği bu fikir Marshall McLuhan’a atfedilebilir. Understanding Media: The Extension of Man (1964; Cambridge, MA: MIT Press, 1994), ve Bernard Stiegler, Technics and Time (1994, Galilée)
2 Packy McCormick, Compounding Crazy (Not Boring newsletter, August 2021, yayın mecrası: Substack)
3 Ruha Benjamin, Race After Technology: Abolitionist Tools for the New Jim Code (Polity 2019)
4 Carrie Lambert-Beatty, Make Believe: Parafiction and Plausibility (October Magazine. Cambridge, MA: MIT Press, 2009)
5 Siegfried Zielinski, Deep Time of the Media: Toward an Archaeology of Hearing and Seeing by Technical Means (MIT Press, 2006)
6 Walter Benjamin, Teknik Olarak Yeniden-Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı, Çeviri: Gökhan Sarı (Zeplin Yayınları, 2015)