İstanbul Art News - Mart 2019
Didem Ermiş
Çalışmalarında internetin yarattığı bir durum olarak bilgi akışının hız kazanmasının, insanın rutin olan işlerini yapmak için harcadığı süre ile üretim yaparken geçirdiği sürenin birbirine karışmasını ve bu ortamda insanın içinde bulunduğu mekânla ve onun bileşenleriyle kurduğu ilişkisini inceleyen Zeyno Pekünlü ile 28 Şubat- 2019 tarihleri arasında Sanatorium’da düzenlenecek olan “İş” adlı sergisi kapsamında röportaj yaptık. Sanatçı ile önceki çalışmalarında ele aldığı melodramları, free lance çalışma stilinin insan hayatındaki yerini, içinde yaşanılan toplumun insanın davranışlarına etkisini konuştuk.
2012’de Sanatorium’da gerçekleşen ‘Beni Osman Öldürdü’ adlı ilk kişisel serginizden sonra gerek açmış olduğunuz diğer kişisel sergilerde gerekse katılmış olduğunuz karma sergilerde ve çeşitli projelerde internetin bilginin üretimi ve tüketimi üzerindeki etkisine, toplumsal cinsiyete ve politik meselelere çoğunlukla video çalışmalarınızda ve enstalasyonlarınızda işliyorsunuz. Bu form ve içerik üzerinde çalışmaya nasıl karar verdiniz?
2009 yılından beri çalışma pratiğim bulunmuş ya da zaten var olan malzemeleri yeniden düzenlemek üzerine. 2009 yılında ürettiğim Çiftdüşün-1 ve Çiftdüşün-2 videolarında hem içerik olarak halihazırda var olan metinleri yeniden düzenleme yoluna gitmiştim, hem de internetin, bu işler özelinde Google Image arama motorunun ve YouTube’un, ürettiği verileri kullanmıştım. Hepimiz gündelik olarak interneti yoğun bir şekilde kullanıyoruz, hem bilgi tüketiyoruz hem de üretiyoruz. Gündelik hayatımıza bu kadar nüfuz etmiş, kanıksamış olduğumuz ancak çoğu zaman da çok sorgulamadığımız bir popüler mecra olarak internet, bilgi teknolojilerinin hayatımız üzerinde yarattığı etkiyi ve tahakküm mekanizmalarıyla olan ilişkisini incelemek açısından pek çok fırsat sunuyor ve bu sebeple ilgimi çekiyor.
İlk serginizden bugüne değin sergilemiş olduğunuz çalışmalarınızda değindiğiniz konulardan biri de melodramlar. 1920’li yılların başlarından 1970’lerin sonuna kadar Türk sinemasına hakim olan melodramlarda, kadının ve erkeğin hem kamusal alandaki hem de özel hayatlarındaki ilişkileri ve bu iki cinsiyetin duyguları abartılı bir şekilde işleniyor. Siz kendi sanat pratiğiniz çerçevesinde melodramları nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, ‘Erkek Erkeğe’ ve ‘Sus Kimseler Duymasın’ bu alanda ürettiğim çalışmalarım. 2012 yılında bilgi üretiminin popüler mecralarının neler olabileceğini düşünürken, üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın hala televizyonlarda dönmeye devam eden ve yoğun olarak izlenmekte olan melodramlar dikkatimi çekmişti. Kuşakları aşan bir şekilde tekrar tekrar izlenen ve kolektif bir duygu uyandıran bu filmlerde kadınların nasıl temsil edildiği-ne dair oldukça kapsamlı bir literatür olmasına karşın erkeklik temsillerine dair çalışmaların sınırı olduğunu fark ederek bu konuya odaklanmaya karar verdim. Bir önceki sorunuzda da bahsetmiş olduğunuz erkeklik teması ilgilendiğim konulardan biri; melodramlardan yola çıkan çalışmalarda bu erkeklik inşasının bir kuşak önce nasıl gerçekleştiğine bakmaya çalışmıştım. Daha sonra ürettiğim “Bir Kadına Ürkütmeden Nasıl Dokunursunuz?’’ ve “Kendine Ait Bir Banyo’’ videolarında ise şu anda, bugünün popüler teknolojileri aracılığı ile erkeklik mitleri nasıl üretiliyor ve yayılıyor diye incelemek istedim. Sonuçta her dönem kendi popüler mecralarını üretiyor, bir zamanlar melodramlar aracılığı ile sinema ve televizyondan yayılan bilgi, şimdi YouTube ve Instagram gibi mecralardan hayatımıza giriyor.
28 Şubat- 31 Mart tarihleri arasında Sanatorium’da görülebilecek olan dördüncü kişisel serginiz “İş”de bir insanın iş hayatındaki bireyselliğini, bilgisayar başında çalıştığı her ânı kayıt altına aldığınız dokuz saatlik bir kurgu ile gösteriyorsunuz. Bu çalışma günümüzde sıklıkla karşılaştığımız kişisel verilerin korunması kanuna zıt düşüyor. Siz bu zıtlığı çalışmalarınız aracılığıyla nasıl yorumluyorsunuz?
Sanatçı olarak kimi zaman gözümüzü çevirmek istediğimiz konulara başkaları üzerinden ulaşmak için zor ve çetrefilli yollarda yürümek zorunda kalabiliyoruz. Aynı zamanda bu durum etik olmayabiliyor. Böyle zamanlarda kendini araştırma nesnesi olarak konumlandırmak, bir çözüme dönüşüyor. Ben ‘İş’i bu bağlamda biraz “Bildiğim Her Şey’’ gibi çalışmalarımla aynı çizgi-de görüyorum. “Bildiğim Her Şey’’’de bir insanın hayatı boyunca biriktirdiği gerekli, gereksiz, kişisel, genel her türlü bilgiyi kategorize etmeden ve genellikle sosyal medyada önümüzde aktığı gibi sıçramalarla kâğıda dökmüştüm. Bir insanın bilebileceği (doğru ya da yanlış) her şeyin dökümünü çıkarmaya çalışmak yine ancak kendimi işin nesnesi kılarak yapabileceğim bir şeydi.
“İş’’e geri dönersek; emeğin esnekleşmesi, freelance denilen çalışma biçimiyle ve yeni teknolojilerin yardı-mıyla her yerde ve her zaman çalışabilir olmamız pek çok sektörde olduğu gibi sanat alanında da uzun süredir bir tartışma konusu. Yakın zamanda Türkiye’de ve dünyada bu konuyla ilgili bolca araştırma, eylem, örgütlenme girişimleri gerçekleşti. Pek çok sanatçı geçimini sağlamak için sanat üretiminin dışında genellikle kültür alanı ile ilişkili işlerde çalışıyor. Ben de bu geniş kesimin içindeyim ve freelance denilen çalışma biçimi üzerine hayatımın başka alanlarında da kafa yoruyorum. Böylesi bir kayıt/inceleme, başında “free - özgür’’ kelimesi olan ve istediği saatte, istediği yerde çalıştığı var sayılan kişilerin çalışma koşullarına yakından bakmaya davet ediyor. Özgür denilen çalışma şekli, aslında 7/24 erişilebilir olmayı, işin tanımsızlığını ve mesai saatlerinin belirsizliğini göz önüne seriyor. Diğer yandan iletişimin pek çok farklı platform üzerinden hızlı, acele ve sürekli akmasıyla, iş sırasındaki yalnızlık ve bedensel sabitlenme hali de bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bunu da en ulaşılabilir kaynak olan kendim üzerinden yapıyorum.
Elbette aylar boyunca kamerayı kendine çevirmek ve bu çekimleri izlemek hem bedensel hem de ruhsal olarak kendinizi çok kırılgan bir konumda bulmak demek. Normalde insanların karşısına çıkmadığınız bir şekilde ve bittiği zaman büyük ve önemli işler olarak görünen işlerin normalde göz önünde gerçekleşmeyen sıkıcı, sıradan, büyülü olmayan emeğini ifşa ederek kameranın karşısında olmanın yıpratıcı bir tarafı var.
“İş” isimli videonuzda internetin gelişmesiyle ortaya çıkan kişilerarası yazılı ve görsel bilgi aktarımını sağlayan iletişim ağlarının, kişinin iş yaşantısına eklemlendiğini görüyoruz. Bu eklemlenme beraberinde bir geçirgenlik getiriyor. Siz bu geçirgenliğin kişinin üretimine etkisini çalışmalarınızda nasıl yorumluyorsunuz?
Belki içten içe farkında olduğum ama “İş’’i kurgularken bütün netliğiyle fark ettiğim şeylerden biri, gün içinde adına ‘çalışmak’ dediğimiz sürecin aşırı parçalanmış hali oldu. Daha doğrusu parçaların ne kadar kısa sürelerle ve ne kadar hızlı iç içe geçtiğini bütün netliğiyle gördüm. Çoğu iş 45 saniyelik, bir kaç dakikalık iletişim parçaları halinde ilerliyor. Birine email atıyorsunuz, ondan cevap beklerken başka birisini arıyorsunuz, telefonda konuşurken ekrandan Whatsapp’a mesaj düşüyor, ona cevap verirken dış dünyada bir olay oluyor, mesajlar yağmaya başlıyor, İngilizce ve Türkçe arasında sürekli geçiş yaparak çalışıyorsunuz, bir yandan da evin sürmesi için alışveriş, doktor randevusu organize ediyorsunuz ve bütün bunlardan geriye kalan zaman-da sanat işini gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Saatlere ve günlere yayılan, bütünlüğünü, dolayısıyla ödülünü bir türlü hissedemediğiniz, ne yaparsanız yapın tamamlanmayan listeler halinde akan, üstü çizilen her kalem işle, bir kaç kalem daha yapılacak şeyin açıldığı bitmez bir döngü. Aynı anda onlarca şey yapılıyor ancak hiçbiri nihayete ermiyor, aynı anda onlarca kanaldan pek çok insanla fazlasıyla iletişim halindesiniz ancak günün sonunda ekran başın-da yalnızsınız. Üstelik bu geçişler, iletişimin hızlanması, attığımız her maile her mesaja anında cevap beklememiz yüzünden sürekli bir aciliyet hissi ile gerçekleşiyor.
Eski dönemlerde görüntüler ham filmin üzerine fotoğraf formatında kaydediliyor ve çoğunlukla bu filmden bir ya da iki kopya basılıyordu. Farklı izleyici kitlelerine ulaşmak için, bu kopyalar farklı gösterim alanlarında pek çok kez döndürülüyordu. Hem filmin çekiminde hem de dağıtımında kolektif bir çalışma söz konusu. Bu duruma istinaden sergide yer alan “Yıpranan Yer” adlı çalışmanızda, filmlerin deforme olmuş halini görüyoruz. Bu deformasyonu bellek ile ilişkilendire-bilir miyiz?
“Yıpranan Yer’’i, “İş’’ ile birlikte düşündüğünüzde ilk izlenim aşırı çalışmaya bağlı yıpranmaya dair bir metafor olabilir. Çok kullanılmaktan yıpranmış, tükenmiş, eskimiş, ilk halini kaybetmiş... Ancak öte yandan “İş’in benim açımdan ikincil bir anlamıyla da el ele ilerliyor: Türkiye’nin son yıllarda politik ve kültürel ortamında yaşadığımız sıkışma, sokakta olamama hali, iyi hissedememe, politik ve buna bağlı olarak kişisel depresyon hepimizin işimize daha fazla sarılmamıza, bu dönemi üretimlerimizi arttırarak atlatmaya çalışmamıza yol açtı. Son bir kaç yılda etrafımdaki herkes kendine düşünecek ve efkarlanacak bir dakika bile boşluk bırakmadan çalışıyor. Elimizden alınanların inadına üretimimizi, kendimizi harap edercesine arttırmaya çalışıyoruz. Bunun getirdiği yorgunluk ve yıpranma “Yıpranan Yer’’in yaratmasını amaçladığım hislerden biri. Öte yandan sizin de vurguladığınız gibi filmin yıpranan yerlerinin aslında zaman içinde tekrar tekrar gösterilmesine, yollar kat etmesine, mekanları dolaşmasına, insanlara temas etmesine dolayısıyla film malzemesinin ömrü boyunca topladığı ‘iz’lere de bir çeşit övgü. Bu izler kimi zaman projektöre kaçan bir yabancı malzemeden, kimi zaman taşıma sırasında sıkışan bir bölümden, kimi zaman kopan bir parçnın acemice bantlanmasından, kimi zaman gösteren kişilerin kahvelerinin dökülmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla evet, filmin bir eser olarak değil bir nesne olarak belleğine odaklanıyor. Yıllar sonra bakıldığında yıpranmış bir filmin üzerindeki izlerin aslında onun kendi ömrü boyunca temaslarından kaynaklandığını, dolayısıyla bir kolektif sürecin izleri olduğunu ima ediyor.
Basın bülteninde “Yıpranan Yer” adlı çalışmanız ile ilgili olarak çalışmanızın kolektif bir üretimin sonucu olarak ortaya çıkan filmin, tekil bir iş gibi algılandığına ama aslında bunun bir değerinin olduğuna gönderme yaptığı belirtiliyor. Bunu günümüzde dijital kameraların daha çok kullanılmaya başlamasıyla beraber, ham filmlerin değer kaybetmesine bağlayabilir miyiz?
Eskiyle yeniyi doğrudan karşılaştırmanın bize verimli bir alan sağlayacağını düşünmüyorum. Dijital kameralar ya da dijital teknolojiler de kendi dilleri, hikayeleri, malzemeyi demokratikleştirmesi, herkesin kullanabileceği kadar basitleştirmesi, bilgi üretimini ve paylaşımını arttırması ile değer kazanıyor. Bu yüzden de daha önce insanların evlerinde, banyolarında, en özel anla-rında açtıkları kameralarla kaydettikleri görüntüleri paylaşmalarını inceleyen iki video üretmiştim: “Kendine Ait Bir Banyo’’ ve “Ürkütmeden Bir Kadına Nasıl Dokunursunuz?’’. “Kendine Ait Bir Banyo’’, erkekliğin genellikle saklanan bir yönünü, süslenmeyi, kendine bakmayı, ayna karşısında vakit geçirmeyi ele alıyordu ve internet üzerinden paylaşılan gündelik hayat bilgilerine odaklanıyordu. “Ürkütmeden Bir Kadına Nasıl Dokunursunuz?’’ ise internetteki bilgi paylaşımı imkanlarının nasıl kerameti kendinden menkul uzmanlar yarattığını yaşam koçları ve kadın tavlama uzmanlarının kendi hazırladıkları videolar üzerinden inceliyordu. Benim açımdan önemli olan her malzemenin ve dönemin bilgi teknolojilerinin kendine has dolaşım biçimlerini ve bunların açık ettiği ve sakladığı iktidar mekanizmalarını incelemek. Bu iki ayrı video birlikte düşünüldüğünde erkekliğe dair kırılgan ve saldırgan özelliklerini aynı anda ele alıyor bunu yaparken de internetin bir yandan görünmez sandığımız kimi bilgilerin dolaşmasını kolaylaştırdığına diğer yandan hegemonik olanı yaygınlaştırdığına dikkat çekiyor.
Kolektif üretime önem verdiğinizi sadece üretmiş olduğunuz çalışmalardan değil, freelance bir çalışma sistemine sahip olan insanlar için başlattığınız Dünyada Mekan adını verdiğiniz oluşumdan anlıyoruz. Bu oluşumun sanat alanında çalışan insanlar ile bir ilişkisi var mı?
Dünyada Mekan beyaz yakalı ve free lance çalışanlarla ilgili çalışmalar yapan bir dizi grubun yaptığı forum dizisi sonucunda ortaya çıkan bir oluşum. Özellikle free lance çalışanların, evdeki yalnız çalışma ortamından çıkmak ve kendisine benzer çalışanlarla yan yana gelmek arzusundan doğdu. Evde kendimizi içinde bulduğumuz yalnızlığa karşı hem çalışma sürecinde yalnız olmamak hem de free lance çalışma biçimi yüzünden yaşadığımız sıkıntıların sadece bize ya da kendi sektörümüze ait olmadığını tartışabilmek en önemli amacıydı. Dünyada Mekan’ı kullananlar arasında çevirmenler, bağımsız akademisyenler, programcılar, grafik tasarımcılar olduğu kadar sanatçılar ya da kültür alanında çalışanlar da var. Elbette herkesin kendi sektörüne dair farklı sıkıntıları olsa da bir sanatçıyla bir çevirmenin örneğin free lance çalışma üzerinden pek çok ortaklık yakalayabildiğini de tecrübe ettik.
Didem Ermiş
Çalışmalarında internetin yarattığı bir durum olarak bilgi akışının hız kazanmasının, insanın rutin olan işlerini yapmak için harcadığı süre ile üretim yaparken geçirdiği sürenin birbirine karışmasını ve bu ortamda insanın içinde bulunduğu mekânla ve onun bileşenleriyle kurduğu ilişkisini inceleyen Zeyno Pekünlü ile 28 Şubat- 2019 tarihleri arasında Sanatorium’da düzenlenecek olan “İş” adlı sergisi kapsamında röportaj yaptık. Sanatçı ile önceki çalışmalarında ele aldığı melodramları, free lance çalışma stilinin insan hayatındaki yerini, içinde yaşanılan toplumun insanın davranışlarına etkisini konuştuk.
2012’de Sanatorium’da gerçekleşen ‘Beni Osman Öldürdü’ adlı ilk kişisel serginizden sonra gerek açmış olduğunuz diğer kişisel sergilerde gerekse katılmış olduğunuz karma sergilerde ve çeşitli projelerde internetin bilginin üretimi ve tüketimi üzerindeki etkisine, toplumsal cinsiyete ve politik meselelere çoğunlukla video çalışmalarınızda ve enstalasyonlarınızda işliyorsunuz. Bu form ve içerik üzerinde çalışmaya nasıl karar verdiniz?
2009 yılından beri çalışma pratiğim bulunmuş ya da zaten var olan malzemeleri yeniden düzenlemek üzerine. 2009 yılında ürettiğim Çiftdüşün-1 ve Çiftdüşün-2 videolarında hem içerik olarak halihazırda var olan metinleri yeniden düzenleme yoluna gitmiştim, hem de internetin, bu işler özelinde Google Image arama motorunun ve YouTube’un, ürettiği verileri kullanmıştım. Hepimiz gündelik olarak interneti yoğun bir şekilde kullanıyoruz, hem bilgi tüketiyoruz hem de üretiyoruz. Gündelik hayatımıza bu kadar nüfuz etmiş, kanıksamış olduğumuz ancak çoğu zaman da çok sorgulamadığımız bir popüler mecra olarak internet, bilgi teknolojilerinin hayatımız üzerinde yarattığı etkiyi ve tahakküm mekanizmalarıyla olan ilişkisini incelemek açısından pek çok fırsat sunuyor ve bu sebeple ilgimi çekiyor.
İlk serginizden bugüne değin sergilemiş olduğunuz çalışmalarınızda değindiğiniz konulardan biri de melodramlar. 1920’li yılların başlarından 1970’lerin sonuna kadar Türk sinemasına hakim olan melodramlarda, kadının ve erkeğin hem kamusal alandaki hem de özel hayatlarındaki ilişkileri ve bu iki cinsiyetin duyguları abartılı bir şekilde işleniyor. Siz kendi sanat pratiğiniz çerçevesinde melodramları nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, ‘Erkek Erkeğe’ ve ‘Sus Kimseler Duymasın’ bu alanda ürettiğim çalışmalarım. 2012 yılında bilgi üretiminin popüler mecralarının neler olabileceğini düşünürken, üzerinden yıllar geçmiş olmasına karşın hala televizyonlarda dönmeye devam eden ve yoğun olarak izlenmekte olan melodramlar dikkatimi çekmişti. Kuşakları aşan bir şekilde tekrar tekrar izlenen ve kolektif bir duygu uyandıran bu filmlerde kadınların nasıl temsil edildiği-ne dair oldukça kapsamlı bir literatür olmasına karşın erkeklik temsillerine dair çalışmaların sınırı olduğunu fark ederek bu konuya odaklanmaya karar verdim. Bir önceki sorunuzda da bahsetmiş olduğunuz erkeklik teması ilgilendiğim konulardan biri; melodramlardan yola çıkan çalışmalarda bu erkeklik inşasının bir kuşak önce nasıl gerçekleştiğine bakmaya çalışmıştım. Daha sonra ürettiğim “Bir Kadına Ürkütmeden Nasıl Dokunursunuz?’’ ve “Kendine Ait Bir Banyo’’ videolarında ise şu anda, bugünün popüler teknolojileri aracılığı ile erkeklik mitleri nasıl üretiliyor ve yayılıyor diye incelemek istedim. Sonuçta her dönem kendi popüler mecralarını üretiyor, bir zamanlar melodramlar aracılığı ile sinema ve televizyondan yayılan bilgi, şimdi YouTube ve Instagram gibi mecralardan hayatımıza giriyor.
28 Şubat- 31 Mart tarihleri arasında Sanatorium’da görülebilecek olan dördüncü kişisel serginiz “İş”de bir insanın iş hayatındaki bireyselliğini, bilgisayar başında çalıştığı her ânı kayıt altına aldığınız dokuz saatlik bir kurgu ile gösteriyorsunuz. Bu çalışma günümüzde sıklıkla karşılaştığımız kişisel verilerin korunması kanuna zıt düşüyor. Siz bu zıtlığı çalışmalarınız aracılığıyla nasıl yorumluyorsunuz?
Sanatçı olarak kimi zaman gözümüzü çevirmek istediğimiz konulara başkaları üzerinden ulaşmak için zor ve çetrefilli yollarda yürümek zorunda kalabiliyoruz. Aynı zamanda bu durum etik olmayabiliyor. Böyle zamanlarda kendini araştırma nesnesi olarak konumlandırmak, bir çözüme dönüşüyor. Ben ‘İş’i bu bağlamda biraz “Bildiğim Her Şey’’ gibi çalışmalarımla aynı çizgi-de görüyorum. “Bildiğim Her Şey’’’de bir insanın hayatı boyunca biriktirdiği gerekli, gereksiz, kişisel, genel her türlü bilgiyi kategorize etmeden ve genellikle sosyal medyada önümüzde aktığı gibi sıçramalarla kâğıda dökmüştüm. Bir insanın bilebileceği (doğru ya da yanlış) her şeyin dökümünü çıkarmaya çalışmak yine ancak kendimi işin nesnesi kılarak yapabileceğim bir şeydi.
“İş’’e geri dönersek; emeğin esnekleşmesi, freelance denilen çalışma biçimiyle ve yeni teknolojilerin yardı-mıyla her yerde ve her zaman çalışabilir olmamız pek çok sektörde olduğu gibi sanat alanında da uzun süredir bir tartışma konusu. Yakın zamanda Türkiye’de ve dünyada bu konuyla ilgili bolca araştırma, eylem, örgütlenme girişimleri gerçekleşti. Pek çok sanatçı geçimini sağlamak için sanat üretiminin dışında genellikle kültür alanı ile ilişkili işlerde çalışıyor. Ben de bu geniş kesimin içindeyim ve freelance denilen çalışma biçimi üzerine hayatımın başka alanlarında da kafa yoruyorum. Böylesi bir kayıt/inceleme, başında “free - özgür’’ kelimesi olan ve istediği saatte, istediği yerde çalıştığı var sayılan kişilerin çalışma koşullarına yakından bakmaya davet ediyor. Özgür denilen çalışma şekli, aslında 7/24 erişilebilir olmayı, işin tanımsızlığını ve mesai saatlerinin belirsizliğini göz önüne seriyor. Diğer yandan iletişimin pek çok farklı platform üzerinden hızlı, acele ve sürekli akmasıyla, iş sırasındaki yalnızlık ve bedensel sabitlenme hali de bu çalışmada ortaya çıkıyor. Bunu da en ulaşılabilir kaynak olan kendim üzerinden yapıyorum.
Elbette aylar boyunca kamerayı kendine çevirmek ve bu çekimleri izlemek hem bedensel hem de ruhsal olarak kendinizi çok kırılgan bir konumda bulmak demek. Normalde insanların karşısına çıkmadığınız bir şekilde ve bittiği zaman büyük ve önemli işler olarak görünen işlerin normalde göz önünde gerçekleşmeyen sıkıcı, sıradan, büyülü olmayan emeğini ifşa ederek kameranın karşısında olmanın yıpratıcı bir tarafı var.
“İş” isimli videonuzda internetin gelişmesiyle ortaya çıkan kişilerarası yazılı ve görsel bilgi aktarımını sağlayan iletişim ağlarının, kişinin iş yaşantısına eklemlendiğini görüyoruz. Bu eklemlenme beraberinde bir geçirgenlik getiriyor. Siz bu geçirgenliğin kişinin üretimine etkisini çalışmalarınızda nasıl yorumluyorsunuz?
Belki içten içe farkında olduğum ama “İş’’i kurgularken bütün netliğiyle fark ettiğim şeylerden biri, gün içinde adına ‘çalışmak’ dediğimiz sürecin aşırı parçalanmış hali oldu. Daha doğrusu parçaların ne kadar kısa sürelerle ve ne kadar hızlı iç içe geçtiğini bütün netliğiyle gördüm. Çoğu iş 45 saniyelik, bir kaç dakikalık iletişim parçaları halinde ilerliyor. Birine email atıyorsunuz, ondan cevap beklerken başka birisini arıyorsunuz, telefonda konuşurken ekrandan Whatsapp’a mesaj düşüyor, ona cevap verirken dış dünyada bir olay oluyor, mesajlar yağmaya başlıyor, İngilizce ve Türkçe arasında sürekli geçiş yaparak çalışıyorsunuz, bir yandan da evin sürmesi için alışveriş, doktor randevusu organize ediyorsunuz ve bütün bunlardan geriye kalan zaman-da sanat işini gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Saatlere ve günlere yayılan, bütünlüğünü, dolayısıyla ödülünü bir türlü hissedemediğiniz, ne yaparsanız yapın tamamlanmayan listeler halinde akan, üstü çizilen her kalem işle, bir kaç kalem daha yapılacak şeyin açıldığı bitmez bir döngü. Aynı anda onlarca şey yapılıyor ancak hiçbiri nihayete ermiyor, aynı anda onlarca kanaldan pek çok insanla fazlasıyla iletişim halindesiniz ancak günün sonunda ekran başın-da yalnızsınız. Üstelik bu geçişler, iletişimin hızlanması, attığımız her maile her mesaja anında cevap beklememiz yüzünden sürekli bir aciliyet hissi ile gerçekleşiyor.
Eski dönemlerde görüntüler ham filmin üzerine fotoğraf formatında kaydediliyor ve çoğunlukla bu filmden bir ya da iki kopya basılıyordu. Farklı izleyici kitlelerine ulaşmak için, bu kopyalar farklı gösterim alanlarında pek çok kez döndürülüyordu. Hem filmin çekiminde hem de dağıtımında kolektif bir çalışma söz konusu. Bu duruma istinaden sergide yer alan “Yıpranan Yer” adlı çalışmanızda, filmlerin deforme olmuş halini görüyoruz. Bu deformasyonu bellek ile ilişkilendire-bilir miyiz?
“Yıpranan Yer’’i, “İş’’ ile birlikte düşündüğünüzde ilk izlenim aşırı çalışmaya bağlı yıpranmaya dair bir metafor olabilir. Çok kullanılmaktan yıpranmış, tükenmiş, eskimiş, ilk halini kaybetmiş... Ancak öte yandan “İş’in benim açımdan ikincil bir anlamıyla da el ele ilerliyor: Türkiye’nin son yıllarda politik ve kültürel ortamında yaşadığımız sıkışma, sokakta olamama hali, iyi hissedememe, politik ve buna bağlı olarak kişisel depresyon hepimizin işimize daha fazla sarılmamıza, bu dönemi üretimlerimizi arttırarak atlatmaya çalışmamıza yol açtı. Son bir kaç yılda etrafımdaki herkes kendine düşünecek ve efkarlanacak bir dakika bile boşluk bırakmadan çalışıyor. Elimizden alınanların inadına üretimimizi, kendimizi harap edercesine arttırmaya çalışıyoruz. Bunun getirdiği yorgunluk ve yıpranma “Yıpranan Yer’’in yaratmasını amaçladığım hislerden biri. Öte yandan sizin de vurguladığınız gibi filmin yıpranan yerlerinin aslında zaman içinde tekrar tekrar gösterilmesine, yollar kat etmesine, mekanları dolaşmasına, insanlara temas etmesine dolayısıyla film malzemesinin ömrü boyunca topladığı ‘iz’lere de bir çeşit övgü. Bu izler kimi zaman projektöre kaçan bir yabancı malzemeden, kimi zaman taşıma sırasında sıkışan bir bölümden, kimi zaman kopan bir parçnın acemice bantlanmasından, kimi zaman gösteren kişilerin kahvelerinin dökülmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla evet, filmin bir eser olarak değil bir nesne olarak belleğine odaklanıyor. Yıllar sonra bakıldığında yıpranmış bir filmin üzerindeki izlerin aslında onun kendi ömrü boyunca temaslarından kaynaklandığını, dolayısıyla bir kolektif sürecin izleri olduğunu ima ediyor.
Basın bülteninde “Yıpranan Yer” adlı çalışmanız ile ilgili olarak çalışmanızın kolektif bir üretimin sonucu olarak ortaya çıkan filmin, tekil bir iş gibi algılandığına ama aslında bunun bir değerinin olduğuna gönderme yaptığı belirtiliyor. Bunu günümüzde dijital kameraların daha çok kullanılmaya başlamasıyla beraber, ham filmlerin değer kaybetmesine bağlayabilir miyiz?
Eskiyle yeniyi doğrudan karşılaştırmanın bize verimli bir alan sağlayacağını düşünmüyorum. Dijital kameralar ya da dijital teknolojiler de kendi dilleri, hikayeleri, malzemeyi demokratikleştirmesi, herkesin kullanabileceği kadar basitleştirmesi, bilgi üretimini ve paylaşımını arttırması ile değer kazanıyor. Bu yüzden de daha önce insanların evlerinde, banyolarında, en özel anla-rında açtıkları kameralarla kaydettikleri görüntüleri paylaşmalarını inceleyen iki video üretmiştim: “Kendine Ait Bir Banyo’’ ve “Ürkütmeden Bir Kadına Nasıl Dokunursunuz?’’. “Kendine Ait Bir Banyo’’, erkekliğin genellikle saklanan bir yönünü, süslenmeyi, kendine bakmayı, ayna karşısında vakit geçirmeyi ele alıyordu ve internet üzerinden paylaşılan gündelik hayat bilgilerine odaklanıyordu. “Ürkütmeden Bir Kadına Nasıl Dokunursunuz?’’ ise internetteki bilgi paylaşımı imkanlarının nasıl kerameti kendinden menkul uzmanlar yarattığını yaşam koçları ve kadın tavlama uzmanlarının kendi hazırladıkları videolar üzerinden inceliyordu. Benim açımdan önemli olan her malzemenin ve dönemin bilgi teknolojilerinin kendine has dolaşım biçimlerini ve bunların açık ettiği ve sakladığı iktidar mekanizmalarını incelemek. Bu iki ayrı video birlikte düşünüldüğünde erkekliğe dair kırılgan ve saldırgan özelliklerini aynı anda ele alıyor bunu yaparken de internetin bir yandan görünmez sandığımız kimi bilgilerin dolaşmasını kolaylaştırdığına diğer yandan hegemonik olanı yaygınlaştırdığına dikkat çekiyor.
Kolektif üretime önem verdiğinizi sadece üretmiş olduğunuz çalışmalardan değil, freelance bir çalışma sistemine sahip olan insanlar için başlattığınız Dünyada Mekan adını verdiğiniz oluşumdan anlıyoruz. Bu oluşumun sanat alanında çalışan insanlar ile bir ilişkisi var mı?
Dünyada Mekan beyaz yakalı ve free lance çalışanlarla ilgili çalışmalar yapan bir dizi grubun yaptığı forum dizisi sonucunda ortaya çıkan bir oluşum. Özellikle free lance çalışanların, evdeki yalnız çalışma ortamından çıkmak ve kendisine benzer çalışanlarla yan yana gelmek arzusundan doğdu. Evde kendimizi içinde bulduğumuz yalnızlığa karşı hem çalışma sürecinde yalnız olmamak hem de free lance çalışma biçimi yüzünden yaşadığımız sıkıntıların sadece bize ya da kendi sektörümüze ait olmadığını tartışabilmek en önemli amacıydı. Dünyada Mekan’ı kullananlar arasında çevirmenler, bağımsız akademisyenler, programcılar, grafik tasarımcılar olduğu kadar sanatçılar ya da kültür alanında çalışanlar da var. Elbette herkesin kendi sektörüne dair farklı sıkıntıları olsa da bir sanatçıyla bir çevirmenin örneğin free lance çalışma üzerinden pek çok ortaklık yakalayabildiğini de tecrübe ettik.
March 1, 2019