ARTAM - Merve Şendil

İşlerinizin “hayata ve bu hayatta olmasını istediğiniz şeylere” dair ipuçları verdiğini söylüyorsunuz. O ipuçları belki size özel ama eserleriniz aracılığıyla paylaştığınızda doğru yorumlanıyor mu?

Kimi zaman evet… Daha doğrusu benim önceki çalışmalarımı takip eden bir izleyici mutlaka neresinden yakalaması gerektiğinin farkında olarak duruyor eserlerin karşısında. Eserin kendisine bakınca gördüğü imgeyi ilk etapta doğru konumlandıramasa bile eserin ismine baktıktan sonra mutlaka doğru noktayı yakalıyor bence. Çünkü tüm ipucu isimlerinde gizli olabiliyor, hatta kimi zaman işlerin isimleri resmedilen imgenin tamamlayıcısı niteliğinde bile olabiliyor.

Renkler, hayvanlar, alttan alta gizlenmiş süper kahramanlar ve hayal gücünün biraz da çocuksu yansımaları… Peki, bütün bunların ilham kaynağı nedir? Neler size ilham verir, nereden beslenirsiniz?

Çok yakın bir zamanda yaşadığım bir şey bu; son kişisel sergim  “Dream Logic”in açılışından iki hafta sonra gittiğim Gastatelier des Landes NRW sanatçı misafirlik programı sırasında, Düsseldorf’ta gördüğüm bir köprünün bana hissettirdiği duygunun üzerine gittim, çünkü inanılmazdı. Köprüyü görecek şekilde bir kaldırıma oturup sanırım uzunca bir süre orada kaldım. Atölyeme döndüğümde altı aydır üzerinde çalıştığım resmin taslaklarını çizmeye başlamıştım!İlham sonsuz bir şey ve değişken de bir yandan… Bir sanat eseri, mimari, hikâyeler, izlediğim bir konser, seyahatler, yüzlerce kere izlediğim filmler,  günlük sohbetler… Bunların hepsi beni besleyip hayal ettiğim, kafamda kurmaya çalıştığım işlerin çıkmasında bana yardımcı oluyor, tetikliyor. Ruhuma seslenen her şey beni besliyor.

En son, “Dream Logic” ile Sanatorium’da yer aldınız. Tepkiler nasıldı?

Sergiden iki hafta sonra Düsseldorf’a gittiğim için birebir tepkileri deneyimleme şansım maalesef kısa oldu. Ama burada olduğum sürede resimlerle ilgili gelen yorumlar daha hikâyesini anlatmadan da izleyicinin resimlerle bir ilişki kurduğu yönündeydi. İzleyiciyle teknik karşısında şaşırdıklarını söyleyerek başlayan diyalog, resimlerin hikâyesini dinledikten sonra başka bir şekilde devam ediyordu ve bu müthiş bir şeydi.

Serginin girişindeki ziyaretçi defterine yazılanlar hayatımda karşılaştığım en ilham verici tepkilerin bir arada olduğu bir hazine şu anda benim için. Neredeyse dört yılımı son kişisel sergime hazırlanmak için atölyemde resim yapmanın dışında hiçbir etkinlikte bulunmadan geçirdikten sonra; o kadar sürenin ardından çıkan eserlere verilen bu tepkileri görmekten son derece mutlu oldum; tepkiler inanılmaz tatmin ediciydi.

2014’te İstanbul Modern’de küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu ve Çelenk Bafra’nın üstlendiği “Çok Sesli” sergisi için yaptığım arşiv sergilemesi ve yerleştirmeyi saymazsak bir sergi hiç bu kadar içime sinmemişti. Tabii burada galeri çalışanları kadar serginin küratörü Özgül Kılınçarslan’ın da payı büyük. Bunun dışında işlerimin iyi koleksiyonlara girmesi de mutluluk verici oldu.

Türkiye ve Avrupa’daki sanatseverleri gözlemleme şansınız oldu. Her ne kadar sanatın kendine has bir dili olduğunu kabul etsek de bu iki farklı sanatsever kitle arasındaki temel fark nedir sizce?

Tabii ki farklılıklar var. Yurtdışındaki izleyicinin daha irdeleyen, daha anlamaya çalışan bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra yurtdışındaki sergilerin benim için tek zor tarafı mekânı fazlasıyla deneyimleyemeden orada bir şeyler yapmak. Bir mekânı uzakta kafanda kurguluyorsun ve bu şekilde ilerliyorsun. Amagittiğinde kafanda kurguladığın mekân ile orası için ürettiğin işler istediğin gibi bir araya gelemeyebiliyor. O yüzden hep bir B planıyla yola çıkmak zorunda kalıyorum. Asıl istediğim ile onun yerine geçebilecek bir ihtimal arasında kalmak… Bu beni en fazla zorlayan şey...

Eserlerinizde hangi teknikleri ve malzemeleri kullanıyorsunuz? Hangi teknik ve malzemeyi kendinizi daha rahat ifade etmeniz için “ideal” olarak nitelersiniz?

Nesne, görsel, metin ve sesin bir arada tasarlandığı atmosferik yerleştirmelerde gerçek dünya ile kendi fantezi dünyam arasında bir ilişkiler ağı örmeye çalışıyorum. Örgüyle yapılan resim ve nesneler, duvar çizimleri, yazılan öyküler, ses kablolarından oluşturulan desenler ve kablolara bağlı kulaklık ve müzik kaynakları işlerimde oldukça fazla kullandığım teknikler olsa da son dört yıldır tuval resmine yoğunlaşmış durumdayım. Önceleri örgü  bir işe başlamadan önce yapacağım kompozisyonu, şimdilerde üzerine resmettiğim kareli kâğıtlardan yola çıkarak geliştirdiğim ve örgünün dokusuna da referans veren boyama tekniğiyle yapıyorum. Gerçeklikle fantezinin birbirine geçtiği, çoğu zaman her ikisinin de bulanıklaştığı bir zamanı resmetmekle ilgileniyorum. Çok disiplin gerektiren, emek isteyen bir teknik olmasına rağmen üretirken beni iyi hissettiren ve geliştirdiğini düşündüğüm bir mesai... Bu noktada yaptığım resimler teknik olarak doğru geliyor ve beni oldukça da tatmin ediyor. Bu bir gerçek ama ben sürekli deneyen bir sanatçıyım. Hiçbir şeyin denemelerimin önüne geçmesine izin vermemeye çalışıyorum. Bunun sebebi, hemen hiçbir şeyi sanatsal açıdan “ideal” olarak nitelendirememek olabilir. Ama şimdiki zamanda kendimi resim yapmaktan alamıyorum. Bir eseri hayal etme sürecindeyken bile öncelikli olarak hep “resim olarak nasıl kurgularım” üzerinden gidiyorum.

Sizinle ilgili araştırma yaparken hep şu cümleye rastladık: “Yazılı ve görsel dili birleştirmek için yazdığı öyküler…” Edebiyata nasıl yaklaşıyorsunuz?

Çalışmalarımın yapısını metin ve hikâyelemeler oluşturuyor. Kimi sergilerde yazdığım hikâyeleri de sunuyorum ama çoğunlukla bu hikâyelerin tamamından ziyade içerisindeki cümleleri ya da paragrafları ürettiğim işlerin isimlerinde ya da doğrudan işin bir parçası olarak kullanıyorum. Yazdığım hikâyeleri bir şey anlatma gayesinden ziyade çoğunlukla bir hissin ifadesi olarak kurguluyorum. Bu benim sanatsal üretimimin bir parçası. Özellikle oturup bir edebi eser çıkarma gayreti içinde değilim o yüzden.

İşlerinizin “hayata ve bu hayatta olmasını istediğiniz şeylere” dair ipuçları verdiğini söylüyorsunuz. O ipuçları belki size özel ama eserleriniz aracılığıyla paylaştığınızda doğru yorumlanıyor mu?

Kimi zaman evet… Daha doğrusu benim önceki çalışmalarımı takip eden bir izleyici mutlaka neresinden yakalaması gerektiğinin farkında olarak duruyor eserlerin karşısında. Eserin kendisine bakınca gördüğü imgeyi ilk etapta doğru konumlandıramasa bile eserin ismine baktıktan sonra mutlaka doğru noktayı yakalıyor bence. Çünkü tüm ipucu isimlerinde gizli olabiliyor, hatta kimi zaman işlerin isimleri resmedilen imgenin tamamlayıcısı niteliğinde bile olabiliyor.

Renkler, hayvanlar, alttan alta gizlenmiş süper kahramanlar ve hayal gücünün biraz da çocuksu yansımaları… Peki, bütün bunların ilham kaynağı nedir? Neler size ilham verir, nereden beslenirsiniz?

Çok yakın bir zamanda yaşadığım bir şey bu; son kişisel sergim  “Dream Logic”in açılışından iki hafta sonra gittiğim Gastatelier des Landes NRW sanatçı misafirlik programı sırasında, Düsseldorf’ta gördüğüm bir köprünün bana hissettirdiği duygunun üzerine gittim, çünkü inanılmazdı. Köprüyü görecek şekilde bir kaldırıma oturup sanırım uzunca bir süre orada kaldım. Atölyeme döndüğümde altı aydır üzerinde çalıştığım resmin taslaklarını çizmeye başlamıştım!İlham sonsuz bir şey ve değişken de bir yandan… Bir sanat eseri, mimari, hikâyeler, izlediğim bir konser, seyahatler, yüzlerce kere izlediğim filmler,  günlük sohbetler… Bunların hepsi beni besleyip hayal ettiğim, kafamda kurmaya çalıştığım işlerin çıkmasında bana yardımcı oluyor, tetikliyor. Ruhuma seslenen her şey beni besliyor.

En son, “Dream Logic” ile Sanatorium’da yer aldınız. Tepkiler nasıldı?

Sergiden iki hafta sonra Düsseldorf’a gittiğim için birebir tepkileri deneyimleme şansım maalesef kısa oldu. Ama burada olduğum sürede resimlerle ilgili gelen yorumlar daha hikâyesini anlatmadan da izleyicinin resimlerle bir ilişki kurduğu yönündeydi. İzleyiciyle teknik karşısında şaşırdıklarını söyleyerek başlayan diyalog, resimlerin hikâyesini dinledikten sonra başka bir şekilde devam ediyordu ve bu müthiş bir şeydi.

Serginin girişindeki ziyaretçi defterine yazılanlar hayatımda karşılaştığım en ilham verici tepkilerin bir arada olduğu bir hazine şu anda benim için. Neredeyse dört yılımı son kişisel sergime hazırlanmak için atölyemde resim yapmanın dışında hiçbir etkinlikte bulunmadan geçirdikten sonra; o kadar sürenin ardından çıkan eserlere verilen bu tepkileri görmekten son derece mutlu oldum; tepkiler inanılmaz tatmin ediciydi.

2014’te İstanbul Modern’de küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu ve Çelenk Bafra’nın üstlendiği “Çok Sesli” sergisi için yaptığım arşiv sergilemesi ve yerleştirmeyi saymazsak bir sergi hiç bu kadar içime sinmemişti. Tabii burada galeri çalışanları kadar serginin küratörü Özgül Kılınçarslan’ın da payı büyük. Bunun dışında işlerimin iyi koleksiyonlara girmesi de mutluluk verici oldu.

Türkiye ve Avrupa’daki sanatseverleri gözlemleme şansınız oldu. Her ne kadar sanatın kendine has bir dili olduğunu kabul etsek de bu iki farklı sanatsever kitle arasındaki temel fark nedir sizce?

Tabii ki farklılıklar var. Yurtdışındaki izleyicinin daha irdeleyen, daha anlamaya çalışan bir tavrı olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra yurtdışındaki sergilerin benim için tek zor tarafı mekânı fazlasıyla deneyimleyemeden orada bir şeyler yapmak. Bir mekânı uzakta kafanda kurguluyorsun ve bu şekilde ilerliyorsun. Amagittiğinde kafanda kurguladığın mekân ile orası için ürettiğin işler istediğin gibi bir araya gelemeyebiliyor. O yüzden hep bir B planıyla yola çıkmak zorunda kalıyorum. Asıl istediğim ile onun yerine geçebilecek bir ihtimal arasında kalmak… Bu beni en fazla zorlayan şey...

Eserlerinizde hangi teknikleri ve malzemeleri kullanıyorsunuz? Hangi teknik ve malzemeyi kendinizi daha rahat ifade etmeniz için “ideal” olarak nitelersiniz?

Nesne, görsel, metin ve sesin bir arada tasarlandığı atmosferik yerleştirmelerde gerçek dünya ile kendi fantezi dünyam arasında bir ilişkiler ağı örmeye çalışıyorum. Örgüyle yapılan resim ve nesneler, duvar çizimleri, yazılan öyküler, ses kablolarından oluşturulan desenler ve kablolara bağlı kulaklık ve müzik kaynakları işlerimde oldukça fazla kullandığım teknikler olsa da son dört yıldır tuval resmine yoğunlaşmış durumdayım. Önceleri örgü  bir işe başlamadan önce yapacağım kompozisyonu, şimdilerde üzerine resmettiğim kareli kâğıtlardan yola çıkarak geliştirdiğim ve örgünün dokusuna da referans veren boyama tekniğiyle yapıyorum. Gerçeklikle fantezinin birbirine geçtiği, çoğu zaman her ikisinin de bulanıklaştığı bir zamanı resmetmekle ilgileniyorum. Çok disiplin gerektiren, emek isteyen bir teknik olmasına rağmen üretirken beni iyi hissettiren ve geliştirdiğini düşündüğüm bir mesai... Bu noktada yaptığım resimler teknik olarak doğru geliyor ve beni oldukça da tatmin ediyor. Bu bir gerçek ama ben sürekli deneyen bir sanatçıyım. Hiçbir şeyin denemelerimin önüne geçmesine izin vermemeye çalışıyorum. Bunun sebebi, hemen hiçbir şeyi sanatsal açıdan “ideal” olarak nitelendirememek olabilir. Ama şimdiki zamanda kendimi resim yapmaktan alamıyorum. Bir eseri hayal etme sürecindeyken bile öncelikli olarak hep “resim olarak nasıl kurgularım” üzerinden gidiyorum.

Sizinle ilgili araştırma yaparken hep şu cümleye rastladık: “Yazılı ve görsel dili birleştirmek için yazdığı öyküler…” Edebiyata nasıl yaklaşıyorsunuz?
Çalışmalarımın yapısını metin ve hikâyelemeler oluşturuyor. Kimi sergilerde yazdığım hikâyeleri de sunuyorum ama çoğunlukla bu hikâyelerin tamamından ziyade içerisindeki cümleleri ya da paragrafları ürettiğim işlerin isimlerinde ya da doğrudan işin bir parçası olarak kullanıyorum. Yazdığım hikâyeleri bir şey anlatma gayesinden ziyade çoğunlukla bir hissin ifadesi olarak kurguluyorum. Bu benim sanatsal üretimimin bir parçası. Özellikle oturup bir edebi eser çıkarma gayreti içinde değilim o yüzden.
December 30, 2019