Sanatonline - Doğanın Ölümü

Ali İbrahim Öcal sanatsal pratiğini sürekli yenileyen farklı malzeme ve teknik kullanımını temsiliyet bağlamında yorumlayan bir isim. “Ölü Doğa” adlı yeni sergisiyle 27 Ocak’a kadar Sanatorium’a konuk olan sanatçıyla Sanatonline için bir röpörtaj gerçekleştirdik.
 

Uzun bir aranın ardından yeni projenle Sanatorium’dasın. Sergiye hazırlık sürecinden bahseder misin?
 

Evet, 3. solo show “Cennet”in ardından 4 sene geçti. Diğer solo sergilere görece bu uzun aralık galiba bu serginin olgunlaşması için yeterli bir süre oldu. En başından beri giriştiğim farklı deneylerin daha geniş alanlara yayıldığı bir sergi oldu kanımca. Serginin hazırlık süreci aslında 2-3 seneyi buldu diyebilirim. Uzun zamandır üretmek istediğim şeyler üzerine yoğunlaşma, onları tecrübe etme -burada araştırma lafını özellikle kullanmak istemiyorum- süreci sadece atölyede başlayan atölyede son bulan işlerden farklı biçimde ilerledi. Hazırlık sürecinde en heyecanlandığım şey, işlerin neredeyse tamamını doğadan topladığım için yeniden ve arka arkaya tabiatla temaslarda bulunmak “zorundalığıydı”. Bu temas her fırsat bulduğumda elbette gerçekleşiyor, fakat bir kurgu oluşturma girişimiyle bunu yapmak bambaşka bir deneyim. Mevsime bağlı olan parçaları zamanı geldiğinde toplamak, ufak “hasadımı” yapabilmek için bir bekleyişe kendini bırakmak da bence önemli bir deneyim. Çünkü zaman akarken merkezine önce başka bir şeyin bedenini koyuyorsun. O beden izin verdiği anda aklındakini uygulayabilirsin. Mesela gül dikenleri kullanarak oluşturduğum formlar; malzemeyi edinebilmek için dikenlerin olgunlaşma zamanlarını beklemem gerek her seferinde. Güller kışın daha bol su alabilecekleri için veya sert iklim şartlarına maruz kaldıktan sonra daha gürbüz hale gelecekleri için Kasım ayının başında budanırlar. O zamana dek yani Mart ile Kasım ayları arasında dikenleri tamamen olgunlaşır ve ağaçsılaşmaya başlar. Benim de bu olgunlaşma sürecinin sonuna kadar beklemem gerek.

 

“Ölü Doğa” sanatsal bir tür olarak tarihi derinlere uzanan bir “resmetme” biçimi. Ayrıca doğal malzemeyi kullanan pek çok akım da var. Serginin odaklandığı bu kavramı güncel bağlamda nasıl açımlıyorsun? Doğaya öykünme mi var, yoksa?

Bu soruya bu iki kelimenin yan yanalığından sözü açarak cevap vermek isterim. Latince kökenli “natura ve mort” kelimelerinin yan yana gelişi Türkçe’ye çevrildiğinde de tam anlamını yansıtıyor. Yani “still life” gibi başka çevirilerin bu kavramları tam olarak ifade edebildiğini düşünmüyorum. Aslında sergideki tüm işler natürmort yapımının kavramsal temellerini merkeze almış durumda; yani bir yeni bir yaklaşım ve belki daha önce de denemeleri yapılmış bir takım formatlarla. Seride klasik üslupta bir natürmort görmememiz de tabi bir kontrastlık oluşturuyor. Buradan çıkışla, sergi ölmüş bir doğanın, ya da ölmeye/yaşamaya devam eden bir doğanın yüzeyde sabitlenmesi fikrini taşımakta. Diğer taraftan geleneksel formun adını belirlemiş bu iki laf günümüzde bence bambaşka bir anlam taşıyor. Yeryüzü var oldu olalı doğanın bu kadar yüksek hızda öldüğü bir zaman dilimi yaşanmadı. Bu sergiyi sanırım günümüzün ironiden arınmış “ölen” doğasını gösteren kurgular oluşturuyor.


“Ölü” de olsa söz konusu “doğa” olunca beraberinde “ekosistem” ve “habitat” kavramıyla karşılaşıyoruz. Hatta tekil bir anlatıcı olan sanatçının sunduğu gibi değil de izleyicinin katılımıyla tamamlanan bir ekosistem bu. Dolayısıyla sergide ne tür bir deneyim önerisi şekilleniyor?


Sergideki tüm işler dolaşımda bulunduğum habitatlarda ilişkiye girdiğim, dokunduğum, topladığım parçalardan oluşuyor. Diğer bir değişle dolaştığım geniş habitatların parça parça bir araya geldiği, “benim küçük habitatım”. İzleyici senin de belirttiğin gibi varolduğu bu ekosistemde, bu bir araya getirme denemelerine şahit oluyor. Bu deneyimin paylaşımı sadece onun retinasına giren görüntüyü değil, aynı zamanda gösterdiğim parçaları tanımlayan hafızasını da masaya yatırıyor. Bu durum aynı ekosistem içindeki farklı kişilerin sistemdeki yeri ile ilgili sorular da barındırıyor. Örneğin zaman zaman sadece bir enformasyon ile tanımlayabileceği formları karşında buluyor ya da uzak kaldığı bir deneyimin bilgisini geri çağırabilmesini sorguluyor. Nesnelerin bu yer değişimleri, başka bir deyişle benim elim vasıtasıyla yaptığı göç ya da form değişimleri düşünsel yer değiştirmelerin ve anlamlarının dönüşümünün de önünü açıyor.

 

Sanatsal pratiğinin kronolojisine baktığımızda giderek açılan ve farklı malzeme ve teknikleri sakınmadan kullanan, üslubunun içine katabilen bir yanın var. Kısaca interdisipliner bir üretim biçiminin olanaklarına dair neler söylersin? Malzeme ve teknik konuyu yansıtırken ne kadar önemli?


En başından beri bunun böyle olması gerektiği kanısındayım. Yüzeyin sonsuza kadar devam edeceğini düşünüyorum fakat bazen yüzey tek başına soluksuz kalıyor, bazen de yüzeyin karşısında sen soluksuz kalabiliyorsun. Nefes alabilmek için olduğun yerden çıkıp başka yerlere uzanmak gerekiyor. Ben de buna benzer bir şey yapıyorum. Sanatçının üslubu ya da üretimindeki istikrarı hep tartışılmış bir olgudur. Benim üslubum bu noktada ayrı ayrı araçların aynı anda kullanılabileceği noktada.


Malzeme ve teknik, konuyu yansıtırken çok önemli. Mesela bazen göstermek istediğin şeyi dokunmaya açık bir beden haline getirmek istersin. Fakat sadece bir kaç yöntem bunu ancak gerçekleştirebilir, uygulamaktan başka çare yoktur. Ya da bağlamı çok sabit önermelerde bulunan bir işin altını teknikle kazmak ister ve yıkmaya çalışırsın. Yine o tekniği uygulamak zorundasındır.


İzleyiciyi bekleyen eserler neler? Varsa oluşum süreçlerinin hikayelerini dinlemek isterim. Ayrıca eserlerin farklı üretimleri birbirleriyle ilişkilerine ne şekilde etki ediyor?

 


İlk olarak 3 siyah alüminyum plaka halinde karşımızda duran ve serginin ilk üretilmiş işi olan “Yanık Orman”dan bahsedebilirim. Bu iş “bir ağaç gövdesini galeri mekanına nasıl yerleştirebilirim?” sorusundan ortaya çıktı. Aklımda ağacın kendisini getirmek gibi fikirler vardı başta. Bu fikri, ağacın bir beden olarak sadece kendi bedenini temsil edeceğini, yani ağaç kavramını ancak kendi kadar tanımlayabileceğini düşünmemden ötürü iptal ettim. Bir ağacın gövdesini getirmek yerine onu çağrıştırmak, belki soyutlamak bana daha doğru geldi. Yani imgesini, bedeni ile ilgili özelliklerini beraberinde taşımaya karar verdim. Bunun içinse en uygun yöntem kalıbını almaktı. Uzun bir malzeme arayışının ardından bu ince alüminyum plaka ile karşılaştım. Alüminyumu, ağacın detaylarını benim dokunuşumla birlikte kaydedebilecek ve sürdürülebilir bir malzeme olduğu için tercih ettim. Malzemenin orijinalinde istediğim bir siyah tonuna sahip olması da kendiliğinden bir “yok oluş” meselesini tanımlayarak plastiğine katkıda bulundu.


Diğer bir iş olarak küreklerle yapılmış enstalasyon, toprakla uğraştığım bir anda bu fikir aklıma düştü. Mola esnasında az önce kullandığım, bir ağaca yaslanmış, bildiğimiz düz saplı bir kürek ve hemen üstünde yaslanmış ağacın eğri bir dalı… üst üsteler… İkisi de birer ağaç dalı ama biri ölü ve düz diğeri canlı ve eğri. O andan itibaren küreğin üretimsel bir araç olmasını sağlayan sapın düzlüğünü sorgulamaya başladım. Tabi bu sorgulama artık işlemediğimiz, işleyemediğimiz toprağın varlığıyla karşılamamı sağladı.

 


Form ve biçim açısından neler söylersin?


Ele aldığım konuların yönlendirmesi ile daha önce ürettiğim işlerde de benimsediğim üsluplardan biri yüzey üzerinde etüt ettiğim imgeyi kadraja sıkıştırmak ya da bilinçli bir şekilde yüzeyde nefes almaya alan bırakamamaya çalışmak. Bunun çok basit bir amaca hizmet ettiği düşünülebilir başta; kadraj almaya… Fakat alınan kadraj bir beden parçası olduğu zaman sonuç kavramsal
olarak başka bir boyut kazanıyor bana göre. Örneğin vahşi hayvan “kelleleri” ya da panoramik bir düzlem üzerine sıkışmış tilki postu. Bu sergide de bu üslup alan genişleterek devam ediyor. Yine bedenler ya da bedenlerden parçalar steril biçimde kadrajlara, kesitlere sıkışmış biçimde karşımızda. Tabi bunun amacı doğal olanı estetik hale getirmeye çalışan, sadece ilgilendiği bölümü çekip çıkaran insanın varlığını ters köşeye yatırmak. Örneğin bir video görüyoruz tüm ihtişamıyla, pırıl pırıl tüyleriyle, alabildiğince canlı ve diri bir at bedenini gösteriyor bu video. Ama bedenin sadece sanatçının, dolasıyla bir insanın seçtiği bölümünü görebiliyoruz. Bu sıkışıklık ya da parçaları düzlem üzerinde belli bir sistemle dizerek oluşturmak istediğim form, bazı kültürel kodlardan da yararlanıyor tabi. Mesela bir post resminin duvara asılmış hali aslında Anadolu’da duvara asılan bir hayvan postunun yeniden yorumu. Postun o kültürdeki karşılığı tuval üzerindeki resmin kavramsal katmanlarından biri. Dikenleri belli bir sistemle yerleştirdiğim “El Bilir Serisi” de benzer bir oluştan faydalanıyor. Doğu kültürlerinde kimi zaman bir bezeme kimi zamansa sadece bir arınma yöntemi olarak yapılan mandalaları referans alıyor. Gül dikeninin formu ise neyi bezediğim ya da nasıl bir arınma yönetimi benimsediğimi açık ediyor.


Ve elbette kurgu. Her sergide aslında kendi bütünlüğü içinde bir yapıt ve sonuçta durağan bir zaman ve mekan ilişkisini barındırıyor. Yani kendi “ölü doğasını”. Bu yönü bir yana yukarda bahsettiğin işlerin mekanla ilişkisi nasıl şekilleniyor?


Sergi galeri mekanında tek bir kurgu oluşturabilmek adına üretilen işlerden inşa edilmedi aslında. Senin de söylediğin gibi galeri dediğimiz şey biraz da zaman-mekan ilişkisi üzerine kurulu. İşlediği derin ve büyük kavramları, kendince ortaya koymaya çalışan bir sergi rolünde aslında “ölü doğa”. Fakat bu kavramlar o kadar günümüzün problemi ki önermeleri çok geniş alanlara yayılabilecek potansiyelde. Bu bakımdan bu genişleyen, yayılan problemlematiklere göndermesi olan işleri şimdilik, teker teker bir indeksin maddeleri gibi görebiliriz. Demek istediğim, geniş içeriği açıklamak için kullanılan maddeler.

 
 
January 7, 2018